Eğitim sorunu üzerine gündeme gelen tartışmaların irdelenmesi gösteriyor ki; herşeyden önce eğitimde “neyin” sorun olduğu konusunda bir belirsizlik (veya anlaşmazlık) sözkonusudur. Bu belirsizlik, eğitim sorununun iki yönlü olarak ortaya konmasından kaynaklanıyor. İlk olarak eğitimi ve öğretimin kendine özgü, içsel sorunlarından söz edilebilinir. Bu yönde kendi içinde alt başlıklara ayrılarak: İlke ve yöntemlerle ilgili sorunlar, amaçlarla ilgili hedefe yönelik sorunlar, kurumsal ve kaynak sorunları, öğretmen sorunları (nitelik ve nicelik olarak) vb. Eğitim sorununa ilişkin tartışmalardaki ikinci yön ise; eğitim sorununu toplum gündeminde daha sıklıkla yer bulan ekonomi sorunu, demokrasi sorunu, politik sorunlar vb. sorunlarla ilişkilendirerek ortaya koymaktır. Bu ilişki doğrultusunda ortaya konan görüşler ise: “Diğer sorunların öncelikli olduğu, eğitimdeki sorunların bunların birer yansıması olduğu ve bu sorunlarda aşama kaydetmeden eğitim sorununun çözülemeyeceği” yönündedir.
Eğitim sorununu diğer sorunlarla ilişkisiz düşünmek olanaksız olsa da bu ilişkinin iyi anlaşılması gerekmektedir. Her ne kadar ekonomi sorunu, demokrasi sorunu vb. sorunların etkileri daha açıklıkla ve belirgin hissedilse de ve eğitim sorununun etkilerinin somut olarak hissedilememesinden dolayı, sorunu sadece okullarla sınırlayıp ne şartlarla olursa olsun (nitelik açısından) yeterki üniversiteye girilmesi ve diplomanın alınmasının ekonomik şartlar gereği daha önemli olduğu düşünülse de, eğitim sorunu okul sınırlarını aşarak tüm diğer sorunları kuşatıcı bir özelliği sahiptir. Ve hattâ denebilir ki eğitim sorunu çözülmeden veya çözüm sürecine girilmeden diğer sorunların çözülmesi için atılan adımlar pek sağlıklı olamayacaktır.
Sorunların birbirleriyle olan karmaşık ve çelişik ilişkileri, bizlerin sorunları bir sıraya dizip teker teker çözüm anlayışıyla hareket etmemizi imkânsızlaştırmaktadır. Bu çerçevede, diğer sorunların varlığı altında eğitim sorununun çözümüne “nasıllığı” sorgulanabilir. Eğitim sorununu, doğrusal bir sorunlar dizisinin ilk sırasında görmekten öte, tüm sorunların “merkezinde” duran bir sorun olarak görebiliriz. Eğitim sorunu merkezîliğinden ötürü diğer sorunlar üzerinde dalga dalga etkilerle besleyicilik özelliğindedir. Bu özellik çözüm sürecinde de varlığını sürdüreceği için eğitim sorununun aşılması için yaratılacak tüm olumsallıklar diğer sorunların kendilerine özgü çözüm girişimlerini destekleyici ve geliştirici bir etkide bulunacaktır.
Bu durumu günümüzde farkındalıkla yaşatmaya çalışan ekonomi dünyasının özel sektör şirketleri, “insan faktörünün” önemini kavrayarak onun eğitimi üzerine millî eğitimin bütçesini aşacak düzeyde yatırımlara yönelmektedirler. (Her ne kadar, insan faktörünün etkinliğinin ve yaratıcılığının arttırılması ve psikolojik tatmininin sağlanması, ana hedef olan kârın maksimum kılınması için araç olarak önem kazansa da bunun tartışılması bu yazının sınırları dışındadır.) Dikkate değer olan nokta mevcut öğretim kurumlarından iş dünyasına hazırlanan bireylerin çağın başdöndürücü hızına uyum sağlayamamaları ve bazı diğer nedenlerle oluşan açıkları kapatmak için yapılan bütün eğitim çalışmalarının üniversiteleri de değiştirici yönde zorlamasıdır. Bilginin, sınırları aşarak ulaşılmasının saniyeler aldığı çağımızda bilgi biriktirmenin ötesinde bilgiyi işleyip, yorumlayabilen insana duyulan ihtiyaç eğitim ve öğretim alanında yeni yöntemleri tartışmaya açmış, farklı projelerin uygulanmasına zemin oluşturmuştur.
Eğitim Sorununa Bakış Açımız
Eğitim üzerine yapılan tartışmalarda üzerine en çok söz söylenen okullarımızdır. Bu, eğitim sorununu daha çok okullardaki öğretim sürecinin biçimsel sorunlarına (sıkıntılarına) indirgemenin bir sonucudur. Bu tartışmaların, eğitim olgusu ve ereğinin yol göstericiliğnden yoksun kalması, eğitim konusunda ciddî atılımlardan ziyade her yıl değiştirilen okul sistemleri, ders kitapları vb. uygulamalarla gerçek sorunun elbiselerini değiştirmekten öteye gidilememektedir.
Eğitim sorunu üzerine yapılacak bir irdeleme ve öne sürülecek çözümlerden önce cevaplanması gereken sorulardan biri “eğitim”den ne anlaşıldığıdır. Buna bağlı olarak araştırılacak olan eğitimin ereğinin ne olduğudur. Eğitim üzerine aydınlanma temelinde yapılacak olan bir sorgulama herşeyden önce eğitim olarak eğitimi irdelemelidir. Eğitimin zorunluluğunu ve kavramına içkin olan ereğini ortaya koymadan yapılacak bir sorgulama sonucu önerilen çözümler bizi dayanıksız tasarımların ve sözde özgürlükçü ütopik anlayışların kollarına bırakacaktır. Bu zorunluluğun ve ereğin eleştirel bir tutumla sorgulanması, tartışılması ve geliştirilmesi bilimsel bir tutumun gereğidir.
Eğitim sorununda merkezî bir konumda tutulan okul, günümüzde bir öğretim kurumu olarak, “öğrenim” süreciyle eğitime eşlik eder. Özünde insanın eğitimi için bilinçlice oluşturulan ve örgütlenen okul, eğitim konusunda toplumun ortak onayını kazanmış bir kurumdur. Ancak yine kabul edilebilinir ki insan eğitimini okulla sınırlamak olanaksızdır. Bir kültür varlığı olan insanın eğitimini doğuşuyla birlikte aile, toplum ve günümüzde iletişim araçları etkiler. Bireylerin eğitilmek için bilinçlice gönderildikleri okullardaki eğitim sürecine eşlik eden bu unsurlar, eğitim sorununu sadece okullardaki öğretimin ilke ve yöntemleriyle sınırlamamızı olanaksızlaştırır.
Mevcut eğitim ve öğretim sistemleri üzerine yapılan tüm eleştiriler ve sıralanan “tüm olması gerekirler” mantıksal olarak eğitime yüklenen anlamı içinde taşırlar. Eğitimden ne anlaşıldığı netlikle ortaya konmasa da sık sık karşılaşılan bir eleştiri kalıbı şudur:
“Mevcut eğitim sistemiyle şu veya bu-izm doğrultusunda…. Diğerlerine uygun insan yetiştiriliyor, oysa şu tip bir insan yetiştirmeliyiz… ”. Belirli bir “izm”in diğer “izm”lere üstün tutulmasına bağlı olarak, üstün görülen “izm”e hizmet etmesi istenen eğitim, hizmet edebilme olanağını doğası gereği taşıdığı için ve bu olanağından ötürü her çağda önemli bir güç olarak görüldüğü için, kendi kavramına içkin olan ereğini devindirerek gerçekleştirmesi toplumsal anlamda sık sık duraklamalara uğramıştır.
Bu duraklamalara karşı yöneltilen eleştirilerin nesnel ve yapıcı olabilmesi için eğitime dışardan yüklenen anlamların ötesinde bir anlam arayışına girmek ancak eğitim kavramının yansıdığı olgunun tespiti ve bu olgunun tarihsel serüveninin yine ereksel olarak incelenmesini gerekmektedir. Bu ise eğitim sorunu ve bundan önce eğitimin bizzat kendisinin felsefî bir boyutta irdelenmesini tartışılmasını gerektirmektedir. Sayılara düşündürücü bir oranda az olan bu tür çalışmaların gösterdiği gibi ülkemiz aydınlarının birçoğunun “eğitim sorunu” diye bir sorunları yoktur, bu can alıcı sorun henüz dert edinilmemiştir. Bu açığı kapatma yolunda önemli adımlar atan ve çeşitli etkinlikler ve projelerle eğitim sorunu bu ülke gündeminde tutmaya çalışan sivil toplum örgütlerinin okullarla Millî Eğitim Bakanlığı ile gerçekleştirecekleri uzun vadeli çalışmaların sorunun toplumsallaşmasını ve toplumun öz dinamiklerini harekete geçirerek sağlıklı ve kalıcı çözümler üretilmesini sağlayabilecektir.
ÜLKEMİZDE EĞİTİM TARİHİ ÇALIŞMALARI ÜZERİNE
Konunun detaylı bir analizine girişmeden iki noktayı dikkat çekici bularak belirtmek gerekiyor. İlk olarak günümüzdeki, eğitim tarihine ilişkin birkaç eser incelendiğinde dikkati çeken nokta; çalışmaların içeriğinin ağırlıklı olarak 20. yy’ın başlarından günümüze uzanan dönemin incelenmesinden oluştuğudur. Türkiye’deki eğitim bilimleri tarihine ilişkin ulaşabildiğimiz (veya bulabildiğimiz) iki üç çalışmadan en kapsamlı olarak gördüğüm ve incelediğim çalışma olan Cavit Binbaşıoğlu’nun “Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi” adlı yapıtı (M.E.B. Yayınları 1995). İncelemelerine Osmanlı dönemi ile başlasa da 1900 yılına kadarki dönemi birkaç sayfada özetleyen yazar bunun nedenini aynı yapıtın giriş bölümünde “araştırmanın sınırlılıkları” başlığı altında açıklayarak, yazılı belgelerin daha önceki dönemlere kadar uzanmadığını ve eğitim bilimleri tarihini, öğretmen yetiştiren okulların ve buralarda okutulan meslek derslerinin tarihini inceleyerek vermeye çalıştığını söylemektedir. İlk öğretmen okulunun 1848 yılında açılmasından dolayı bu tarih araştırma için bir alt sınır oluşturmaktadır.
Bu açıklamalar bu eserin sınırlarını belirtmesi anlamında anlaşılırdır. Yalnız diğer çalışmalarda da (daha çok Pedagoji Tarihi olarak ele alınıyor) 20. yy öncesinin birkaç sayfa ile özetlenmesi ve eğitim üzerine biçimsel birkaç açıklamaları yinelemekten öte bir araştırmayı içermemesi dikkate değer bir durumdur. Üstelik yinelenen aktarımlar daha çok Osmanlı’nın Anadolu halkından kopuk bir azınlığın eğitim biçimi ve kurumları üzerine olması daha da ilginç bir durum oluşturuyor.
Eğitim Tarihi araştırmacılarının cevap aramaları gereken sorulardan biri şudur: Anadolu’da eğitim olgusu 10 asır gibi uzun bir dönem içinde nasıl bir gelişim, değişim göstermiştir? Birkaç sayfada özetleniveren üstelik saray anlayışının eğitimini yansıtan görüşler şayet Anadolu halkının 1000 yıl boyunca eğitim olgusunun ayırdında olmadığını, bu bilinç olmadığı için eğitimin gelenek görenekler çerçevesinde kısır bir ahlâk ve zanaat eğitimi olduğunu öne süreceklerse, bu düşünceyi bekleyen güçlü bir soru vardır ki eğitim tarihi araştırmalarının güdüleyici sorularından biridir. Peki bu topraklardan Hace Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlâna, Karacaoğlan, Pir Sultan, Nesîmi vb. gibi nice düşünür nasıl olupda Anadolu kültürünü aşarak uygarlığa katılabilen bir düşün zenginliğini üretebilmişler ve bin yıl boyunca yaşatabilmişlerdir?
Araştırmacıların önündeki “yazılı belge” engeli kuşkusuz önemli bir sorunudur. Özellikle sözel bir geleneğin yaşantılandığı Anadolu kültüründe eğitim kavramını tarihsel bir süreçte irdelerken. Ancak, unutulmamalıdır ki bu sorun, bin yılın eğitim kavramının bu kültürdeki yaşayışını gözardı edilmesini gerektirecek ölçüde büyük bir sorun değildir.
Nasıl ki Avrupa Eğitim Tarihini araştıran araştırmacılar birçok filozofun doğrudan eğitimle ilgili bir ad taşımayan ancak felsefelerinin aktarıldığı eserlerini tarayarak, irdeleyerek eğitim olgusuna o dönemde getirilen anlamı ve öne sürülen görüşleri çıkarımlayabiliyorlarsa, Anadolu sözel geleneğinin yazıya aktarılmış düşünceleri irdelenerek, eğitim tarihimizin bin yıllık dönemini günümüze ışık tutacak ölçüde ortaya koyabiliriz.
Eğitim Tarihine ilişkin araştırmalarda dikkati çeken bir diğer nokta özellikle ikinci meşrutiyet ve cumhuriyetin ilk 20 yıllık döneminde eğitim üzerine yayınlanan dergi sayısının ortalama 15 – 30 arasında olmasıdır. Bu yayın çokluğunu, eğitim sorununun toplum olarak “sorun edinildiğinin” bir göstergesi olarak alabiliriz. Ve böyle bir ortamda dönemin aydınlarının eğitim üzerine yaptıkları düzeyli tartışmalar ve incelemeler ve ortaya konan makale ve eserler dikkate değerdir. Bu dönemden sonraki gelişmeler ise ayrıca incelenmeye alınabilecek özellikte olup yarınlar için derslerle doludur.