Duyumsal Yoksunluk, Çilecilik ve Dinsel Deneyim

* Türker Alkan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi.

Özetleyen: Selin Erş

 

Tarihi inceleyen kişi, bugünü anlamayı ve yarını kestirmeyi amaçlar. Tarihsel deneyimler, bugünü ve yarını yorumlamamıza elverdikleri ölçüde anlamlıdır, önemlidir. Dün, bugün ve yarın arasında hiç bitmeyen bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Konuya böyle bakınca, tarih, durağan bir olaylar yığını olmaktan çıkar, değişen toplumsal koşul ve beklentilerle birlikte yeni görünümler kazanmaya başlar. Ekonomide, sosyolojide, siyaset biliminde, psikolojide ortaya atılan yeni kuram, kavram ve görüşler; tarihin kısmen ya da tümüyle yeniden gözden geçirilmesini, tarihsel olaylara yeni bir açıdan bakılmasını gerektirebilir. Psikolojide 1950’lerden bu yana üzerinde çok durulan konulardan birisi olan duyumsal yoksunluk olgusunun, çilecilik ve dinsel deneyim açısından tarihsel olaylara ışık tutup tutulamayacağı sorunlarını bu denemede irdelemeye çalışılmıştır.

Çilecilik

Din, bütün toplumlarda görülen, çok yönlü ve karmaşık olgulardan birisidir. Dini açıklamak ve anlamak için, birey ve toplum açısından birçok varsayımlar ileri sürülmüş. Bu yazıda, çileciliğin dinsel deneyim açısından oynadığı rolü kısaca irdelemeye ve duyumsal yoksunluk çalışmalarının verileri ışığında incelenmesi amaçlanmıştır.

Çilecilik (asceticism), beden ile ruh arasında temel bir ayrım olduğunu var sayan dinlerde izlenen bir olgudur. Beden; geçici, dünyevi zevk ve ihtirasların kaynağı olan, insanların erdeme ulaşmasını engelleyen bir öğe olarak görülür. Ruh ise ebedîdir, gerçek mutlulukları ve temiz zevkler ancak onunla tadılabilir. Bedenin ruhu kirletmesine engel olunması gerekir. O halde, kişi bedensel zevklerden vazgeçmeli, daha da önemlisi, kötülüklerin kaynağı olan bedene eziyet ederek ruhsal erişkinliğe ulaşmaya çalışmalıdır.  Böylece, insan ölümden sonraki ebedi yaşama en etkili bir biçimde hazırlanmış olur.

Russell, çileciliğin, uygarlığın ilerlemesi ile daha çok ortaya çıktığını ileri sürer. Eski kutsal kitaplardan çok, yeni kutsal kitaplarda; Yunan uygarlığının ilk dönemlerinden çok, sonraki dönemlerinde görüldüğünü belirtir. Çileciliğin, uygar insanların hemen hepsinde, bir dereceye kadar da olsa görülebilen, kendiliğinden ( spontaneous) bir olgu olduğu kanısındadır. [1]

Fakat ilkel toplumlarda, özellikle inisiyasyon törenlerinde, çileciliğin geniş ölçüde uygulandığı görülür. Bu nedenle, çileciliğin sadece uygarlıkla gelen bir olgu olduğunu ileri sürmek pek doğru olmayacaktır. İnisiyasyon törenine katılacak gençler, uzun süre ormanda veya dağ başlarında yalnız yaşamaya zorlanırlar. Vaftiz babaları olan yaşlı kişiden başkası ile ilişki kurmaları yasaklanır. Bu koşullar altında aylarca yaşamak zorundadırlar. Kendilerine çok az yemek verilir, bazen çok uzun bir süre oruç tutmaları istenir. Çok az uyurlar, konuşmaları yasaklanır. Gereksinmelerini el kol hareketleri ile anlatmak zorundadırlar. Yıkanmaları, bazen hareket etmeleri bile yasaklanmıştır. Çıplak ve hareketsiz olarak toprağın üzerinde uzanıp aylarca beklerler. Birçok inisiyasyon töreninde, genç adama işkence uygulandığı da görülür. [2]

Bu arada, “beyin yıkama” adı verilen yöntemle, inisiyasyon törenleri arasındaki büyük benzerliğe de dikkati çekmek gerekir. Her iki durumda da, bireyin kişiliğini ve dünya görüşünü değiştirme amacı vardır. İnisiyasyon törenlerinin yakından incelenmesi, “beyin yıkama”nın hiç de sanıldığı gibi yeni ve çağdaş bir yöntem olmadığını gösterebilir.

İsa’dan önceki Akdeniz ülkeleri, kâhinlerin, falcıların, keramet sahiplerinin, mucize yaratıcılarının dolup taştığı yerlerdi. Bu ortamda çilecilik hızla gelişti. Kendi bedenlerine karşı yaptıkları eziyeti çok ileri götüren çileci dindarların öldüğü bile oluyordu. Mısır çöllerinde yaşayan Therapentaeler (ruhu tedavi edenler), tek başlarına hücrelerde kalıyor ve cinsel ilişkinden kaçınıyorlardı. Örneğin, Apollonins on altı yaşında, evliliği, eti, şarabı bıraktı, hiç bir zaman tıraş olmadı ve beş yıl süreyle konuşmadı. Kapalı kapılardan geçmek, bütün dilleri anlamak, şeytanları kovmak, ölüleri diriltmek gibi olağanüstü yetenekleri olduğuna inanılırdı [3] . Mısırlı ünlü din adamlarından Hermes de sık sık ıssız yerlerde inzivaya çekilirdi. [4]

Mısır’ın bu ortamında, çileciliği kurumsallaştıran bir örgüt biçimi olarak ilk manastırların geliştiğini görüyoruz. Korma’lı Aziz Anthony ilk manastırı 300 yıllarında kurdu. On beş yıl, yalnız olarak, evinin yakınındaki bir kulübede yaşadı ve çileciliği kendi köyünde yaymak istedi, fakat başarılı olamadı [5] . Bunun üzerine köyünden ayrıldı ve yirmi yıl çölde kaldı. Bu yalnızlığı sırasında, kendisini günaha çekmek isteyen kadın ve erkek kılığına girmiş şeytanları görüyor, onlarla baş edebilmek için durmadan dua edip oruç tutuyordu. Zamanla, Anthony’nin çevresinde kendisi gibi yaşayan kişiler toplanmaya başladı. 315-320 yıllarında, bu münzevîler topluluğunu Pachamins örgütleyerek manastırları geliştirdi (manastır, yalnız yaşayan anlamına geliyordu). Bu manastırlar öyle bir ilgi topladı ki, kısa bir süre sonra 10.000 rahip ve 20.000 rahibe buralarda yaşamaya başladı. [6] Manastırlar, bir arada yaşanılan, küçük hücrelerde inzivaya çekilinen yerlerdi. Mimarisi ve yaşama biçimi, dıştan ile olan ilişkiyi en az düzeye indirecek tarzdaydı. Bununla birlikte, manastırların çevresinde yaşayan, çok ender durumlarda manastırlara gelen geniş bir münzevî topluluğu da bulunuyordu. Bu münzevîler, mağaralarda, çöllerde, direklerin ve ağaçların tepelerinde, kovuklarda yaşıyorlardı. Bu koşullarda uzun yıllar geçirenler vardı. Kuşkusuz ki, yalnız geçen sürenin uzunluğu ile birlikte, kutsallıkları da artıyordu. Manastırda uyulması zorunlu kuralların başında sessizlik ve yalnızlık geliyordu. Manastırlarda oturanların dış dünya ile iletişim kurması çok katı kurallarla sınırlandırılmıştı. Dağlarda ve çöllerde yalnız yaşayan münzevîlerin yalnızlığını bozan tek şey, ara sıra yemek getiren rûhânî babaları idi. Bu durumda da konuşulmaz, yiyecek belirli bir yere bırakılır ve gidilirdi. Mısır’da gelişen bu manastırlar, Suriye’de ve Anadolu’da hızlı yayıldı, daha sonra Avrupa’da görülmeye başlandı. [7]

Hıristiyan azizelerinin büyük bir çoğunluğu, sessizlik ve yalnızlıkla eğitildiler. Aziz Benedict, yirmi yaşında, Roma’daki zengin ve rahat yaşamını bırakıp bir mağaraya kapandı ve üç yıl süreyle kimseyle görüşmeden orada kaldı. Aziz Bernard, otuz sekiz yıl, saman yatağından başka hiç bir şeyin sığmadığı küçük bir hücrede yaşadı. Kilisenin verdiği görevleri yerine getirmek için, bu süre içinde sadece on iki kez hücresinden çıktı. Aziz Francis, derin bir vadideki kulübesinde yalnız oturuyor, oruç tutuyor, bir takım dinsel imgeler görüyordu. Uzun bir oruç ve dua sonucunda, yalnız havada uçan İsa’yı görmekle kalmadı, İsa’nın çarmıhtaki yara izlerinin kendi vücudunda da belirdiğini izledi. Aziz Finnchua, koltuk altlarından geçirilmiş demirlerle kendisini boşlukta sallandırarak yedi yıl geçirdi. Böylece, dünyada boşalttığı yer karşılığında, kendisine cennette bir yerin ayrılmasını garanti etmek istiyordu. Aziz Mochua, kendi isteği ile bir hapishane hücresinde yaşıyordu. Aziz Kevin, yedi yıl ayakta, uyumadan ve kımıldamadan durdu. Bu arada açık duran avucunu içine kuşların yuva yapıp yumurtalarını bıraktığı ve yavrularını yetiştirdiği söylenir. [8]

The Ordeal of the fountain, Array of Boudier. Magasin Pittoresque (1882).

İsa’nın üzerinde büyük etkisi olan ve onu takdis eden Yahya, halkın arasına karışıp dinsel bildirisini iletmeden önce uzun yıllar çöllerde yalnız yaşadı. İsa da takdis olmasını izleyen kırk gün içinde çöllere çekildi, yalnız kaldı. [9]

Hindû ve Buda dinlerinde de rahipler manastırlarda, kayalara oyulmuş inlerde, ormanlarda uzun süre yalnız yaşayarak meditasyona dalarlardı. Benares’li bir Brahman fakiri, çivili yatağı üzerinde çıplak olarak otuz beş yıl uzanmıştı. Tırnakları avuçlarını delip diğer taraftan çıkıncaya kadar ellerini yumruk yapıp oturanlar da vardır. Yıllarca konuşmayanlar, uzun süreler oruç tutanlar çok sık görülürdü. Bir Hindû dul kadın yer altında yaptırdığı hücresinden çıkmadan 38 yıl geçirmişti. Büyük bir üne kavuştu, ülkenin uzak köşelerinden kendisini ziyarete gelenler oldu. [10]

Buda’nın kendisi de bu deneyimlerden geçti. Yirmi dokuz yaşında zengin babasının evini terk ederek ormanlara daldı. Altı yıl süreyle tek başına ormanlarda ve dağlarda dolaştı. Çok az yiyerek ve bedenine eziyette bulunarak çileliği denedi. Rahatsız edici elbiseler giyiyor, günlerce aynı pozisyonda duruyor, dikenler üzerinde oturuyor, çürüyen cesetler arasında yaşıyor, yıkanmıyordu. Kir, bedeninden kendiliğinden dökülür olmuştu. Günde bir tahıl veya pirinç tanesiyle idare ettiği gibi, bazen kendi pisliğini bile yediği oluyordu. Nihayet, “büyük gerçek” kendisine açıklanıncaya kadar kalkmama kararı ile bir incir ağacının altına oturdu. Sekizinci gün büyük deneyim başladı ve kırk dokuz gün süreyle aynı yerde kaldı. [11]

Janizmin kurucusu Mahavira da Buda’nınkine benzer bir yaşam sürdü. Bir mihracenin oğlu idi. Servetini bırakarak otuz bir yaşında din adamlığına, çileciliğe başladı. Elbiselerini çıkarıp çırılçıplak dolaşarak tanrısal gerçeği aramaya koyuldu. Üzerine biriken böcekleri ve sinekleri kovmuyor, kendisini kaşımıyordu bile. Konuşmama yemini olduğu için, kendisine kızan halkın, meditasyonu sırasında işkence yapmasına, bıçakla vücudunu kesip, saçlarını yolmasına aldırmadan sessizce duruyordu. Böylece geçirdiği on üçüncü yılın sonunda tanrısal gerçeği buldu, Nirvana’ya ulaştı. [12]

Konuşmama, yememe, toplumsal yalıtlanma gibi olgular, eski Japon dini olan Şinto’da da görülür. [13]

Müslümanlıkta yaygın bir çilecilik uygulaması olmamakla birlikte, bir çeşit sûfî manastırı olan hanegahlarda, yalnızlık, sessizlik, oruç ve uykusuzluk, şeytana karşı mücadele ve olgunlaşmada belli başlı araçlar olarak kullanılmıştı. [14]

Buraya kadar, sessizlik ve yalnızlığın, dinsel deneyimde, özellikle, “vahiy”, “nirvana”, “melekleri görme”, “şeytanla mücadele etme”, “tanrısal mesajlar alma” konularında büyük bir önemi olduğunu gördük. Kendilerini toplumdan yalıtarak meditasyona dalan bu kişiler, gerçekten doğaüstü, tanrısal bir deneyim mi geçiriyorlardı, yoksa içinde bulundukları fiziksel-biyolojik koşulların doğal bir sonucu olarak bazı imgeler görüp sesler işitiyor ve bunları beklentileri doğrultusunda mı yorumluyorlardı? Bu konuda aydınlatıcı olabilecek bir dizi çalışma yapılmış bulunmaktadır. “Duyumsal yoksunluk” başlığı altında toplanabilecek olan bu çalışmalara şimdi kısaca bir göz atalım.

Duyumsal Yoksunluk

Duyumsal yoksunluk çalışmaları, uzun süre hastanede yalıtılmış hastalarda gelişen psikopatolojik bazı belirtilere dikkati çeken Solomon ve arkadaşlarının 1958’dedüzenledikleri bir sempozyum ile başladı [15] . Bu hastalarda veya çok yüksekte, uzun süre yalnız uçan pilotlarda, patolojik endişe duygusu, sabuklama (hezeyan: delusion) ve sanrılar ( hallucinations) görüldü. Bu belirtiler, tıbbî veya psikiyatrik tedavi yöntemleri ile değil, çevrede algılanan ortamı zenginleştirerek giderilebildi. Bunun üzerine, duyumsal ve algısal yoksunluk çalışmaları başladı ve giderek psikolojinin önemli çalışma alanlarından birisi durumuna geldi. Duyumsal yoksunluk çalışmalarında, uyaranların en düşük olası düzeye indirilmesi amaçlanır. Deneklerin, özel olarak yapılmış havuzlarda uzun süre su altında tutulması, ses geçirmeyen karanlık odalarda hareketsiz olarak yatırılması gibi yöntemler uygulanır. Algısal yoksunluk çalışmalarında ise, amaç, uyaranları en düşük düzeye indirmek değil, uyaranların anlamlı ve örgütlü bir bütünlük içinde algılanmasına engel olmaktır. Yaratılan yapay ortamda (genellikle laboratuar odası), ışık ve ses uyaranları, geleneksel algılama alışkanlıklarının dışına taşan düzensizlik, örgütsüzlük ve rastgelelikle verilir.

DY (duyusal yoksunluk) çalışmaları sırasında, beyin dalgalarının faaliyetinin azaldığı ve telkin ( propaganda) yoluyla davranış değişikliğinin oldukça kolay bir biçimde gerçekleştirildiği izlendi. Fakat her iki durumda da denekler arasında büyük farklar bulunduğu görüldü. [16] “Beyin yıkama” adı verilen davranış değiştirme yönteminde bireylerin katı bir biçimde çevrelerinden yalıtlanmasının nedeni, bu gözlemlerle daha iyi anlaşılmaktadır.

Yapılan çalışmaların bir kısmında, yalıtlanmayı izleyen dönemde, dikkati bir noktada yoğunlaştırma ve problem çözme yeteneklerinin bir ölçüde azaldığı görüldü. Öznel olarak bilişsel yeteneklerin azaldığına ilişkin bu tür raporlar varsa da, yapılan nesnel ölçümlerde bu durumun gerçekte pek de önemli olmadığı anlaşıldı. Yapılan başka çalışmalarda ise, bilişsel-düşünsel yeteneklerin hiç bir biçimde sekteye uğramadığı, hatta yalıtlanmayı izleyen ilk günler içinde, ezberleme, sözlü soyut uslamlama (muhakeme) gibi yeteneklerde ilerleme olduğu bile saptandı.

DY’un uzaması durumunda, uğranılan bilişsel zedelenmelerin uyumla düzeldiği de görüldü. Bu arada, DY sırasında öğrenme yeteneğinin önemli ölçüde arttığı izleniyor. Yapılan çalışmalarda, bilişsel-düşünsel düzeyde bir zedelenme doğması durumunun, duyumsal yoksunluktan çok algısal yoksunlukla ilgili olduğu bulundu.

Özet olarak, DY sonucunda, bireyin bilişsel-düşünsel yeteneklerinde genel bir sorun ortaya çıkmamaktadır. Bu yeteneklerin bir kısmı kısa bir süre zedelense bile, uyumla tekrar eski düzeyini bulmaktadır. Öte yandan, çilecilik ve dinsel deneyim açısından önemle üzerinde durulması gereken bir nokta, sözlü ve soyut uslamlama yeteneklerinde belirli bir gelişmenin görülebilmesidir. [17]

DY deneylerinde, deneklerin bir kısmında sanrısal imgeler ve ses işitmeler olduğu görüldü. Bu imge ve sesler çoğu kez basit bir yapı göstermekle birlikte, bazı durumlarda yüksek derecede karmaşık ve örgütlüdür. [18]

Yapılan çalışmalarda, kişilik farklarının ve zekânın sanrısal deneyimleri etkileyip etkilemediği konusunda kesin bir sonuca ulaşılamad1. [19] Yapay laboratuar koşulları dışında, doğal nedenlerle uzun süre yalnız kalan kişilerle ilgili araştırmalarda da, yukarıda özetlenen deney sonuçlarına benzer algılama ve davranma biçimlerinin geliştiği görüldü. Bu kişilerde, özellikle, sanrısal imge ve ses algılamaları, kendini “kurtarıcı” gibi görme eğilimi, doğaüstü güçlere inanç, yaşayan varlıklara karşı büyük bir sevgi, cansız cisimlerle konuşma gibi davranış, tutum ve eğilimler ortaya çıkıyor. Fakat yalnızlığın bu etkilerinin, insanlar veya gruplar insanlar veya gruplar üzerinde aynı biçimde kendisini göstermediği de izleniyor. [20]

Sonuç

Çilecilik deneyimlerinin dinle ilişkisini kısaca gördükten ve DY çalışmalarının sonuçlarını gözden geçirdikten sonra; “yalnız kalma”, “sessizlik” gibi durumların, “vahiy”, “Nirvana”, “melekleri görme”, “Tanrı ile konuşma” deneyimlerine yol açtığını ileri sürebiliriz. Çilecilerin başvurduğu, uzun süre oruç tutma, kendi bedenine eziyet etme gibi davranışlar, büyük bir olasılıkla, sanrısal imge görme sürecini hızlandıran, sanrıları daha canlı ve örgütlü kılan araçlardı. Bunların yanı sıra, geçireceği dinsel deneyimin niteliği konusunda kendisini önceden koşullandırmış olan kişinin beklentileri de sonucu etkiliyor olabilir. Ayrıca, duyumsal yoksunluğu doğal olarak sağlayan Ortadoğu’nun tekdüze görünümlü çöllerinin, bu bölgede çok sayıda peygamber ve din çıkmasını etkileyen öğelerden birisi olduğu da söylenebilir. Bu söylenenler, kuşkusuz ki, din olgusunu çileciliğin mekanik bir yorumuna bağlamak anlamına gelmeyeceği gibi; meditasyonun tek sonucunun “tanrısal deneyim” olduğu savı da ileri sürülmemektedir. Çilecilik ve meditasyon, belirli dozlarda kullanıldığı zaman, gerçekten insanın kişiliğini zenginleştiren, iç dünyamızı anlamamızı ve kendimizi tanımamızı sağlayan, irademizi bileyen bir yöntem olabilir. Fakat bu yöntemi, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi aşırı bir biçimde kullanmak, bedensel sağlığı zedeleyebileceği gibi, akıl sağlığı açısından da pekiyi olmayan sonuçlar doğurabilir.


Dipnotlar:

[1] Bertrand Russell. Why i Am Not a Christian. N.Y.: Simon and Schuster, 1957, s. 173

[2] Emile Durkbeim. The Elementary Forms of- Religious Life. N.Y.: Collier Books, 1961, s. 349-353

[3] Will Durant, Caesar and Christ. N.Y.: Simon and Schuster, 1944. s. 525-526

[4] Enver Behnan Şapolyo. Peygamberler Tarihi. Ankara: Önasya Yayınları, 1968, 6. 31-32

[5] İsa ve Muhammed’in de ilk çıkışlarında kendi kentlerinde başarısız olmaları ilginçtir.

[6] Bertrand Russell. A History of Westem Philosophy. N.Y.: Simon and Schuster, 1945. S. 376. John B. Noss. Man’s Religions. N.Y.: Macmillan, 1968, s. 641-642. Eneylopedia of Rellglon and Ethlcs

[7] Noss. s. 642. Eneyelopedla of Rellgion and Ethles. e. VII, VIII, s. 784-788

[8] Will Durant. The Age of ‘Faith. Simon and Schuster. 1950, S. 79ı-800. Bertrand Russell. A History of Western Phllosophy . s. 377-380. Eneyelopedia of Rellgion and Ethics, c. VII, VIII, S. 72,

[9] Noss, 5. 596.

[10] Eneyclopedia of Religlon and Ethics, c. I, s. 92-95; c. VII. VIII. s. 782-797

Noss, 6. 172. . Huston Smith. The Religions of Man . N.Y.: Harper and Row, ı965, e. 93-96

[12] Noss, S. 156-162

[13] Eneyelopedia of Rellgion and Ethics, c. I, s. 96

[14] A.J. Arberry, Sufism. London: George Allen and Unwin Ltd., 1950,s, 75. Encyclopedia of Religion and Ethics , c. I, s. 104

[15] Bu sempozyumda sunulan bildiriler daha sonra yayınlandı: P. Solomon, P.E. Kubzansky, P.H. Leiderman, J. H.. Mendelson, R. Trumbull, p. Wexler. Sensory Deprivation. Cambridge, ¥ass.: Harvard U.P., 1961

[16] Duane P. Schultz, Sensory Restriction; Effects On Behavior . N.Y.,: Academic Press, ı965, s. 57, 72-76, 80.

[17] Schultz, agy, s. 61-72, 76-77. J.P. Zubek, W. Sansom,A. Prysiaznink, “ Intellectual Changes During prolonged Perceptual Isolation,” Canadian Journal of Psychology. 1960, H, s. 233-243

[18] N. Cohen, “Sources of Reports oı Visual and Auditory Sensations in Perceptual Isolation Experiments .” Psychological Bulletin, ı964, c. 62, s.,-ı-20. J.P. Zubek, “Effects of Prolonged Sensory and Perceptual Deprivation .” British Medical Bulletin. 1964, c. 20, s. 38-42.

[19] Zuckermann, LOS, 119-121

[20] J. Lil1y, “Mental Effects of Reduction of Ordinary Levels Physical Stimuli on Intact Healthy Persons ”, Psychlat. Res. Rep., 1956,c. 5, S, 1-9.