Felsefe ya da daha genel anlamda söylenecek olursa bazı fikirler acaba bütün bir hayatı, deneyimleri ve onların anlamlarını da dönüştürür mü? Soruyu biraz daha açalım: Sözgelimi bir düşünceyi kavramak, aynı zamanda yaşantılardaki algıları da şekillendirir mi? Sonuçta her kavram, aynı zamanda metaforik olarak söylenecek olursa, bir yazılımdır. Üstelik bu yazılım, daha önce bilgisayarınızın masaüstünde bir yerlerde hep duran, fakat Windows dosyayı tanımadığı için bir türlü açılamayan veya eksik-yanlış bir biçimde görüntülenen dosyaları da keşfetmenize yardımcı olmaktadır. O halde aslında bütün içerikler, kavramlar güncellendikçe bir kez daha, üstelik bambaşka anlamlarla yeniden doğmaktadır.
Gelin bu konuyu kimi şarkı sözleri üzerinden birlikte ele alalım. Çünkü bu parçaları, yıllardır dinliyorum ama derken bir gün geldi ve bir başka duymaya başladım.
Musa’ya verilen On Emir değerlendirildiğinde, bir hayli “müdahaleci” bir Tanrı karşımıza çıkıyor: İnsanlara yapması ve sakınması gereken ne varsa bunları buyuran bir Tanrı. Oysaki İncil düşünüldüğünde, nihayetinde “sevginin üstünlüğü” gibi bir fikri buluyoruz. Joseph Campbell da Roma’ya karşı galip gelen ruhun (İsa’nın), Roma kelimesinin içinde, fakat tersten okunuşunda gizli olduğunu söylüyordu (2020, s. 243): Amor! O halde ister istemez Nick Cave’in, İsa’ya bağlandığını düşünmeye başlıyorum. Bunun için insanın ille de bir kiliseye gitmesi veyahut bunu beyan etmesi de gerekmez. Kavramsal olarak sevgiye inanan insan, bu anlamda İsa’ya bağlanmıştır.
Hermeneutik çalışmalarıyla tanınan Hans-Georg Gadamer’in “ufukların kaynaşması”[1] adında muazzam bir kuramı var. İnsanlar yaşamda farklı geçmiş deneyimlerden gelerek, farklı yorumlarda bulunur. Elbette felsefe, bu farkların altında yatan evrenselleri sorgular. Fakat buradaki yorumlar, her zaman biricikliğiyle kurulacaktır. İki insan hakiki manada konuşmaya başladığında, iki ufuk kaynaşır ve kimse başlangıçtaki anlayışıyla sınırlı kalmaz; herkesin ufku genişler. Bunun yolu ille de bir insanla kurulan diyalog olmak zorunda değildir. Herhangi bir diyaloğun bir materyal (örneğin bir film, bir kitap, bir sanat eseri gibi) aracılığıyla da gerçekleşebileceğine dikkat edilirse (aslında yine bir insanın eserin sahibiyle kendi başına diyaloğu kurabilmesi söz konusu); şarkıda geçtiği gibi bütün görülenler ve yaşamda keşfedilenler sayesinde ufuk açılmaktadır. İnsanın yaşadığı dünyanın sınırları da bunlara bağlıdır. Çünkü insan için sınır sadece fiziksel düşünülmemelidir. Esas sınır, aklın görüsünün getirdiği yerde başlamaktadır. Dolayısıyla “ufukların kaynaşması” insanı, daha zengin daha çeşitlilik taşıyan bir kavrayışa götürmektedir. Öyleyse şarkıda belirtildiği gibi, tam da insanın bütün gördükleri, keşfettikleri aynı zamanda yaşayacaklarıdır.
Ayrıca burada sözü geçen güneşin ise, Platon’un iyi ideasından ziyade gündüzü, bir başka deyişle olay ve olguların gerçekleştiği zamanı imlediği düşünülürse; bir çukur kazmak, karanlıkta, meselelerin derinine inmeye işaret etmektedir. Ne diyordu Hegel (1991, s. 31): “Minerva’nın baykuşu, ancak karanlık çökünce uçmaya başlar.” Felsefe bize, olanı anlamak için yardım eder. Yani aslında bir anlamda, kendisi bir yargıç olduğu için olguların ardından gelir, bir başka deyişle ise geç kalır. Fakat yaşantıları anlamlandırmamızı o sağlar. Çünkü zaten gerçek olan, gerçekleşen ussaldır. Bu ussallık, sadece felsefeyle kavranılır. Öyleyse ele alınan konu kuşatıldığında ise, burada takılıp kalınmamasının ve başka bir “çukur” için çabalanmaya başlanmasının salık verildiği de söylenebilir. Spinoza’ya ait “her belirleme bir yadsımadır” sözünü Hegel çok önemli bulur ve şöyle ekler: “Sonuç olarak çıkan şey, yadsınma, bir içerik taşır, çünkü belirlenmiş yadsımadır. Bu yadsınma, yeni bir kavramdır ama öncekinden daha yüksek daha zengin bir kavramdır, çünkü kendi yadsınmasıyla, başka deyişle kendi karşıtıyla zenginleşmiştir” (2011, s. 88-89). Bu noktada Pink Floyd’a kulak vererek; elde edilen çeşitli kanılarda ve inançlarda durmanın değil, yeni bir yadsıma ve daha yüksek, zengin bir kavram için, yeniden bir çukur kazmanın tam da zamanı olduğu söylenebilir.
Felsefe çalışmalarında, özdeşlikten farka geliş üzerinde epey durulmaktadır. Örneğin Pitagoras veya Platon da Mısır’a seyahat etmiş, kendi kültürlerinden farklı bir dünyayla tanışmış böylece hem her iki kültürün ayrımına kavuşmuş hem de kültürlerarası paylaşılan anlamları kavramıştır. Birey, sadece kendi kültürü içerisindeyken, o kültürün ayrımını, kendisine has niteliklerini fark edememektedir. Burada Sting’in kendisini ve bir İngiliz’i çay içmekle tanımlayabilmesi (ayırt etmesi, belirlemesi) için, başta New York’ta yani kahve içen Amerikalılar arasında yaşaması gerektiği görülmektedir. Sting kendi aksanının farklılığını dahi ancak kendi aksanıyla konuşmayanlar arasındayken anlayabilir! Bu ona, elbette kendisini önce bir “yabancı” gibi hissettirecektir. O halde özdeşlik farka geldiğinde, kişi hem kültüründeki özgün unsurların bilincine kavuşacak hem de varoluşuna karşı ister istemez bir yabancılaşma içerisine de girecektir. Ne zamana kadar? Her iki kültürün de araçlarının, göstergelerinin özünde eş anlamları taşıdığı bilincine kavuşana dek. Sonuçta kahve ya da çay olsun, her ikisi de uyarıcı niteliktedir ve sosyalleşmenin bir aracıdır, sembolüdür.
Tabii buradaki mesele şarkı, türkü değil. Ayrıca Umberto Eco’nun aşırı yorumda bulunmakla ilgili ikazını da anımsıyorum: “Her şeyden önce, aşırı bir merak, başka yollardan açıklanabilecek rastlantıların önemini gereğinden çok abartmaya yol açmaktadır” (2003, s. 60). Öyleyse ilgili şarkıların niyetini bir kenara koyarak, yazı için onları kullanmadaki maksadın da izah edilmesi, belki aşırı yorum fikrinin önüne geçebilir: Çünkü burada aslında herhangi bir içerik konu edinildiğinde, onları yorumlayanın geçirdiği dönüşüme dair bir örnek teşkil etmesi amaçlanmaktadır. Kastedilen şu; mesela eğer yaşamla ilgili şikâyetlerimiz, huzursuzluklarımız, mutsuzluklarımız varsa; belki de yazılımımızı-kavramlarımızı güncelleme vakti gelmiş demektir. Çünkü deneyimleri de anlamlandıracak olan başta bilinçteki kavramların bizatihi kendileridir. Birtakım duygularla açığa çıkan yalnızca bu çağrının (güncelleme vaktinin gelmesinin) yankısıdır. Dünya eğer insana, karmakarışık ve endişeli bir resim sunuyorsa ya da doyum sağlayabilecek gibi görülmüyorsa; henüz ona, doğru bir kavrayışla bakılmadığı söylenebilir. Paniğe hiç lüzum yok, yeter ki bunları görüp; davete icabet etmek gerekli olduğu unutulmasın.
Nihayet yazıyı bitirirken, kulağımda bir şarkı daha çalmaya başladı bile. Joan Osborne söylüyor bu sefer: “What if God was one of us?”, “Ya Tanrı içimizden biriyse?” Kim bilir belki de yazılım güncellendiğinde, Ariadne’nin kullandığı ip sayesinde (akıl, ikal, ip) labirentten (doxa’dan, esaretten, mağaradan) özgürleşip, Osborne’a bir cevap verilebilir. Sonuçta “dünyaya ussal bakana, dünya da ussal görünmektedir” (Türkyılmaz, 2015, s. 119).
Kaynakça:
Campbell, J., & Moyers, B. (2020). Mitolojinin Gücü: Kutsal Kitaplardan Hollywood Filmlerine Mitoloji ve Hikâyeler. (Z. Yaman, Çev.) İstanbul: Kapital Medya Hizmetleri.
Eco, U. (2003). Yorum ve Aşırı Yorum. (K. Atakay, Çev.) İstanbul: Can Yayınları.
Hegel, G. W. (1991). Hukuk Felsefesinin Prensipleri. (C. Karakaya, Çev.) İstanbul: Sosyal Yayınlar.
Hegel, G. W. (2011). Seçme Parçalar. (H. Demirhan, Çev.) Ankara: Onur Yayınları.
Türkyılmaz, Ç. (2015). Filozoflarla Düşünmek. Ankara: Bibliotech Yayınları.
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Fusion_of_horizons