“Doğuya gittim Güneşi buldum, Batıya gittim Işığı buldum, Gece olunca ateşi yaktım.”
Büyük Hun Devleti Kralı Oğuz Kağan
“Hakikat,
korkunç yüzlü Janus’tan farksızdır,” diye yazar Mithra Tapınağının girişinde.
Korku belirsizlikten doğar, korkunç olansa belirsiz olanın kendisini “aniden”
belirtik kılmasıdır. Roma mitologyasının en jön karakterlerinden biri olan
Janus’u bilenler bilir (bugün pek çok Hollywood filminde iki-yüzlü karanlık
karakterlere ilham olmuştur). O çift yüzlü mahlûk (ikiyüzlü ya da riyakâr
değil), İngilizce “Ocak” (January) ayının da Latince kökenidir, çünkü öncesi
yoktur ve son aydan sonra yine o gelir. Eş deyişle son, başa döner. Bu yüzden Ouroboros (kuyruğunu ısıran yılan gibidir, ikili
kökeni anlatır, başı yaşlı, sonu genç insan yüzüyle temsil edilir) ve bu
özelliği ile Arapça “ebeveyn” kelimesinin de dayandığı unutulmuş bir imgedir.
Etimolojik olarak ebeveyn “iki babalı” anlamında kullanılır. Biri genç, diğeri
de yaşlı insan yüzüyle temsil edildiğini söylemiştim. Oysa biz ebeveyn deyince
anne ve baba çiftini anlarız fakat eskiler, doğumun iki babası vardır, derler.
Biri ilk (beden) babası, diğeri de son (ruh, akıl) babasıdır. İlki eski adamdır,
diğeri ise yeni adamdır. İlki Çirkin’dir, sonuncusu Güzel’dir. Bu iki babadan
doğansa hem ilk hem de son’dur. Bu yüzden aslında babasız olana değil, anasız
dünyaya gelen piç denirdi. Şimdi bu imge bombardımanının ardından bilinen bir
efsaneye geçelim. Hatırlayanlarımız olacaktır, bir gün Helen kralı Büyük
İskender’e sorarlar, senin baban (çirkin yüzlü) Güzel Philip ama sen ısrarla
benim babam Aristoteles’tir diyorsun, bunun hikmeti nedir? O da şöyle yanıtlar,
“Dostlarım!”, der, (kurmaylarına dostlarım diye hitap eden alçakgönüllü bir
kraldı, sık sık onlarla yemek masasında hasbihal ederdi) “Philip beden babam,
Aristoteles ise akıl babamdır.” Türkler ata der bu olguya.
Sevgili
dostlarım! Ben, bu sayıda ütopya ile onun karşıt kavramı kabul edilen distopyanın
arasında bir yerde olduğunu tahayyül ettiğim bir başka kavramı ele almak
istiyorum. Öğrendiğimiz kadarıyla ütopyanın ana ilkesi modern dünyanın
eksiklerinin giderildiği ve olumlu yanlarının da estetize edildiği mitsel
ilişkilerin soyutlaması sonucu ortaya çıkan, uzun vadede yaşanması hayal edilen
kusursuz bir gelecek yaşam formudur. Komünizm, Vaadedilmiş Topraklar, Cennet
gibi… Distopya’nın ana ilkesi ise modern dünyanın eksikliklerinin giderek daha
da yaygınlaştığı ve olumlu yanlarının da dışlandığı veya bir ucube olarak
görüldüğü toplumsal ilişkilerin soyutlanması sonucu ortaya çıkan, orta vadeli
karamsar bir gelecek formudur. Burada da toplumsal ilişkiler soyutlamasından
kastım, töre, adet, gelenek görenek başlığı altına giren davranışlar, niyetsel
kalıp ve inaklardır. Yakın zamanda dünyayı saracak olan tiranlık, uzaydan
gelecek olan bir tehdit veya büyük savaş sonrasında yaşanacak yoksulluk ve
sefalet evhamı bu tip bir soyutlama formunun doğurduğu fikirler arasında kabul
edilir. Bu bağlamda, distopyanın miti dışladığını ve olguya daha gerçekçi bir
yaklaşım sergilediğini görürüz. Çünkü acı vardır ve bizi beklemektedir. Ütopya
ise miti yücelterek var olur, çünkü mit, umut edilen ideal olma durumudur ve acının
yokluğudur. Ancak biraz daha yakından bakacak olursak, ikisinin de bir
problematik çevresinde ideolojileşebileceğini görürüz. Ütopyanın siyasal bir
amaca, distopyanın da anarşizme dönüşmesi gibi… Peki, problematik olan asıl
konu nedir? Soru, yanıtı olandır. Sorun ya da problem, içinde soruların
bulunduğu kavramsal bir soruna işaret eder. Çözümü vardır. Çözümsüz olanlarsa
ortak bir kümede yumaklanarak sorunsalı doğururlar (çözümsüz sorunlar yumağı).
Ancak sorunsal yani problematik, bir nevi, yanıt ya da çözüm bulmak değil,
çözüm olabilecek yanıtlara öncülük ederek bağlamlar kurmaktır. Bu mevzuyu daha
iyi anlayabilmek için düşünce tarihinde kısa bir gezintiye çıkmayı teklif
ediyorum. Teklifimi kabul etmeyen bültendeki diğer keyifli çalışmalara
geçebilir. Teklifimi kabul edenlerse metne devam edebilirler. Bu iki kavramın
ayrımını felsefe tarihi içinde de gözlemleyebiliriz. Örneğin Spinoza ve Hegel
gibi idealist filozoflar, felsefi dizgelerinde ütopik bir dünya görüşünü değil
ama ütopik bir anlatım biçimini benimserken Schopenhauer ya da Nietzsche
gibileri de anlatımlarında distopik ögeler ve anlatım biçimleri sunarlar.
Benzetmeleri her alanda görmek mümkündür. Bu ise, kanaatimce, en temelde Platon
ile Aristoteles felsefelerinin ayırımına dayanmaktadır. İdeaların, ideal olanın
varoluşa (dünyaya, yerküreye değil) aşkınlığı ve ideanın töz olarak dünyaya
içkinliği… Felsefede kural olmayan bir kural vardır: Bir kavramı, onu aşan /
aştığını iddia eden sonraki kıpıda kavranabilir. Örneğin Yunan Tinini en iyi
Helen Tinini incelerken anlarsınız. Helen döneminde filizlenen Neo Platonculuk
(Plotinos öncüsüdür) bu iki dünya arasında bir sentez, bir orta yol bulma
girişimdir. Adeta Platon ya da ona Eflatun da denir, Mısır’ı içine alan Küçük
Asya’nın mistik düşün dünyasını temsil ederken, Aristoteles ise İonya ve
İtalya’da genleşen akılcı ruhu temsil eder. Ütopya ve Distopya kavramlarının bu
iki kutuplu dünyada tezahür etmesi zorunlu gibi duruyor. Helen’de Doğu ve Batı
ayırımı, çok bilinen bir hikâyeye dayanır. İleride bahsedeceğim. Şimdi aynı ayırımın
Roma’da da kendisini gösterdiğine değinelim. Bildiğiniz üzere coğrafya
genişledikçe Roma, Batı ve Doğu olarak ikiye ayrılır. Coğrafyanın genişlemesi
ile mitoz bölünmeye uğraması arasında doğrudan bir bağıntı olduğunu
düşünmüyorum. Daha çok coğrafyanın çok çeşitlilik sunması ve farklı milletlerin
çoklu komşuluk ilişkileri içinde olması bu bölünmeyi doğurmuştur diye
düşünüyorum. Kuşkusuz bu bölünmenin siyasal tezahürü fikri temayülleri de
belirliyor olsa gerek… Bu ayrımın birbirleri arasındaki çelişkisine gelince, Tarih
Profesörü Sn. İlber Ortaylı’nın da belirttiği üzere iktidar çatışması üzerine
kuruludur. Bu iktidar çatışması, teofanik ve profanik “dünya” çatışmasıdır.
Teofanik dünya, ilahi dünya; profanik dünya ise seküler dünyadır. Yalnız burada
“dünya” (world, seküler) diyorum, yerküre (earth, planet) demiyorum. Çünkü
yerküre yönetilemez, o kendisinde sabittir, onunla ancak yüzleşilir ve savaşılır,
onun bilgisine vakıf oldukça “dünya” kavramınız genişler, gelişir ve şekil alır.
Bu bir anlamda töze şekil vermektir. Yerküremiz yuvarlaktır, diğeri ise düzdür,
düzdür çünkü iki boyutludur, çünkü kavramsal [(dil ve sembollerden oluşan) daha
çok askeri idadiler tarafından (ordu ve donanma mensuplarınca) haritacılık
olarak ortaya çıkmıştır.] bir alandır. Şimdi dönelim, Batı Roma ve Doğu Roma’nın
farkına: En temel ve en mühim fark, iktidar şeklidir. Yani yönetim… Peki,
neyin ve nerenin yönetimi? Batı’da kral, papa’nın altındayken, Doğu’da kral,
papa’nın üstünde yer alır. İnsanların ve Toprağın… Bu şu demektir: Batı, yerküreyi
maneviyata göre şekillendirmeye çalışırken, Doğu, yeryüzünün üzerine maneviyatı
inşa etmeye çalışır. Bu ayırım, Roma’yı önceleyen Helen’de Doğu – Batı buluşması
şeklinde kendisini göstermişti. Büyük İskender Doğu ve Batı’yı bir araya
getirerek birleştirmiş miydi yoksa bu girişimle dünyayı (Gordon ipini kılıcıyla
ikiye ayırarak) ikiye mi bölmüştü? İşte bu bir problematiktir: Doğu neresidir?
Batı neresidir? Sınırları nerede başlar, nerede biter? Osmanlı’da da Yavuz’un
Halifeliği almasıyla imparatorlukta ve onun dünyasında Halife ve Saltanat
eşitlenir. Biri Papa’ya denktir, biri de Sezar’a… Artık Padişah yetkesi hem
dünyayı hem de ahireti kapsayan Zülkarneyn’den farksızdır. (Buna mukabil
Anadolu’da ortaya çıkan tevhidci – vahdetçi – irfan öğretileri; Bektaşilik,
Mevlevilik, Nakşilik ve Melamilik gibi aslında Osmanlı topraklarının coğrafya
üzerinde kurmaya çalıştığı siyasetle paralel ilerler.) Bu bilgiyi parantez
içinde kullandım çünkü ileride karşımıza çıkacağından aklımızın bir köşesinde
tutalım istiyorum. Ortaçağ tümel tartışmalarına da kısaca göz atmakta yarar
var. Ama bu kez onu mantıksal formundan çıkarıp teolojik olarak ele alalım. Aynı
ayırım bu platformda da hayat buluyor: İsa’nın Göklerin Krallığı müjdesinin
ölüm sonrasında vuku bulacağı ya da Yahudilerin Ebedi Kurtuluşun bu dünyada
gerçekleşeceği gibi… Dedim ya bu örnekleri çoğaltmak mümkün… Kısaca aklımızda
tutmamız gereken bir diğer husus da ütopyanın teofanik köklerden beslenerek
profanik alana yayılma arzusu, distopyanınsa profanik köklerden beslenerek
teofanik olana ulaşmaya çabalamasıdır. Bu ikisi arasında vuku bulan toprak
(topografinin nesnesi), enerji savaşları, türlü türlü ticaret ve diplomasi aslında
sadece birer araçtır ve ünlü bir medyacının da ileri sürdüğü gibi “araç, amaçtır.”
Bu sözün sık sık diktatörlerce sarf edilen “demokrasi bir araçtır” önermesiyle
ilişkilendirildiğinde neden demokrasinin vazgeçilmez olduğunu sezebiliriz.
Çünkü zorunlu olandan vazgeçemeyiz. Doğadan vazgeçemeyeceğimiz gibi… Lakin doğa
ya da varoluş dediğin nedir? Varlığın görünüşe çıktığı çokluk alanı… Varlığın
(ontolojik anlamda) kendisinde olumsuzlama ve olumlama içerilir. Bu karşıt
ilkenin çatışma alanına Doğa denir. Buna tasavvufta zati ve subuti sıfatlar
ismi verilmiştir. Zati sıfatlardan biri, örneğin mutlak belirsizlik ilkesi,
subuti sıfatlardan biriyle (yaratma, irade) çelişir. Bu da varlığın kendinde ve
dolaysızca ayırımlarının birliğini eşit bir şekilde (demokrasi) içerdiği anlamına
gelir. Peki, doğada demokrasi mi işlemektedir? Doğanın kendisindeki çeşitliliği
ve çatışmayı dengede tutan yasaya bağlılık vardır. İnsan bu yasayı politik
düzeleme çıkarır. Yani ontoloji ve politika son kertede Janus gibi bir araya
gelirler. Şimdi dilerseniz, tam bu noktada Osmanlı’nın yükseliş dönemine uzanalım.
Burada da zorunlu bir süreç bizi bekliyor. Coğrafyanın üzerinde yaşadığı insanı
yönetmesine yerküresel ilişkiler (saltanat), insanın üzerinde yaşadığı
coğrafyayı yönetmesine dünyasal ilişkiler (hilafet) diyoruz. Gazi Mustafa
Kemal, Nutuk’un girişinde bu topraklarda yaşayan halkı bekleyen tarihsel
zorunlu bir süreçten ve bu süreci kendisinden başka sezen Sultandan (saltanat
geleneğinden) bahseder. Atatürk’ün tam olarak neyden bahsettiğini anlamak için
yeni adamın (Batı’nın) ortadan kaldırmak istediği eski adamın (Doğu’nun)
topraklarına uzanıp, Avrupa tarafından Hasta Adam damgası yiyen Osmanlı’nın
küllerinden yeni ve ussal bir devlet düzenine geçişi sezen Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün gençliğinde kaleme aldığı “Zabıtlarla Hasbihal” adlı eserine göz
atalım. Bu eser ilginç bir eserdir ve Mustafa Kemal’in gençken kaleme aldığı
askeri bir kritik kitabıdır. Bu orijinal fikirlerle dolu eserde vurgulandığı
üzere, peygamber Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin,
gördükleri bu baskıdan, esaretten kurtulmalarından ibaret arzularının görüntüsü
olmuştur. Peygamber İsa ise, zamanındaki sonsuz felaketleri anlayıp topyekûn ıstırap
döneminde âlemde oluşmaya başlayan merhamet ihtiyacını din olarak ortaya koyup
anlatma yolunu bilmiştir. General Bonaparte (Napolyon) ise Avrupa’da dolaştırdığı
milletinin hususiyetlerinden askerî şan idealini somut bir hâle koymuştur.
Askeri Şan İdeali’nden ne anlamalıyız? Bilim kültürünün öncülüğünü yapmak,
askeri şan ideali budur: Medeniyet bir tapınaksa bu tapınağın temeli bu
kültürdür. Eğer Gazi’nin yazdığı metni yeniden okuyacak olursak, Musa’nın
ortaya koyduğunun aslında salt bir görünüş olduğu ortaya çıkacaktır. Kısaca aslında
Musa sorunun kendisini ortaya koymaktadır. İsa ise görünüş olmanın bir adım
ötesine geçerek onu dillendirip sorunsallaştırmıştır. Musa’da salt bir kavmin
acısı varken, bu durum İsa’da daha kapsayıcı bir hal alır. Napolyon, acının ve
umudun üstüne çıkmanın yolunu özgürlük idealinde bulmuş ve Hegel’in de ortaya
koyduğu üzere Fransız İhtilali, güneşin Batı’dan doğuşu olarak karşılanmıştır.
Bu Batı, kuşkusuz Büyük İskender’in Batı’sı, Batı Roma ve bugünkü Kıta Avrupası’dır,
mantık merkezli felsefenin (bilim), tıbbın ve hukukun meyve verdiği
dünya… Doğu ise felsefe merkezli nutkun (edebiyat), savunma sanatının ve
ticaretin dünyasıdır. Ticaret deyince, aklıma Ahi Fütüvvetnameleri
geliyor. Kavramındaki takva, rauf ve cesaret ticaret ahlakını oluşturuyor.
Muhafazakâr olduğu kadar modernleşme zemini için en uygun temelleri barındırıyor
ancak Osmanlı, Kemalizm’den çok daha önce Batılılaşma trendine girmişti,
üstelik bunu Ahiliğe sırtını dönerek yapmıştı. Avrupa’nın ticari etik anlayışına
adapte olamadığının bir göstergesi de Osmanlı Bankası hezimeti ve ardından
yaşanan Ertuğrul Firkateyni faciasıdır. Banka kuruluşundan hemen sonra
ekonomide mutlak bir dışa bağımlılığın önüne geçmek ve nüvesindeki muhafazakâr
modernliğe geri dönmek için, ani bir kararla bankanın imtiyazını ele geçiren
imparatorluk bu kez, medeti doğunun da doğusunda aramış, ticari ilişkilerini
güçlendirmek ve Batı Doğu sorunsalını netleştirmek adına Japonya’ya elçi
göndermişti. Kızılay’ın kuruluşu da aynı yıllara tekabül eder. Fakat geminin
batışından sonra Doğu sınırımızdaki Rusya’da filizlenecek Bolşevizm her ne
kadar Osmanlı’ya ters olsa da önemli komutanlarından Kazım Karabekir Paşa’nın
şu sözü, aslında İttihat ve Terakki öğretisine bulaşmış genç bir subayın Büyük
Doğu İmgesine tutkuyla ve imanla sarıldığını gösterir niteliktedir. Üstelik
bunu İbn Rüşt’ün Aristoteles’i Arapçaya çevirirken takındığı üslupla yapmaktan
da geri durmaz: . “…Kur’an-ı Kerim’in fukaraya, ameleye ve sair-i gayrete
müteallik ve bizce malum olabilen ne kadar Bolşevik prensipleri varsa hep
ihtiva ediyor. Bolşevik prensiplerinin icap ettirdiği tadilat ve tahavvülatı
peyderpey ve tedricen tatbike başlayıp milleti hazım ve kabule alıştırarak
tevsi etmelidir.” Aynı fikir kuşağı içinde yetişen bir başka Osmanlı aydınını
anımsayalım: Osman Hamdi’yi… Meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi’ni bilmeyen
yoktur. Çok yönlü ressam Osman Hamdi Bey’in 1906 ve 1907 yıllarında iki farklı
versiyonunu çizdiği meşhur tablo… Tablonun ilk adı kaplumbağalar ve adamdır.
Osmanlı ressamlar cemiyeti daha sonra tabloya yaygın olarak bilinen ismini
verir.
Osman
Hamdi, resmettiği iki tablosu aslında doğu batı ayırımı üzerine kuruludur.
Üstelik içinde bulunduğu bir cemiyetin muvaffakiyeti ile ilgili de bir öngörüye
ışık tutar. Vatan ve Hürriyet 1906 yılında kurulduğunda, cemiyet üyeleri
birbirlerine “kaplumbağa” kod adı ile seslenirlerdi. Mustafa Kemal’in 1907’de,
bir şeyhin telkinleri ile Şam’a gittiği ve orada Şuur-u Muhammediye ile tanıştığı
söylenir. Bu da ikinci tabloda, ilkinde pencere mihrabının yanındaki yıkık
dökük duvara asılan ismi muazzamdır: Muhammed. İkinci tabloda kaplumbağaların
sayısı bir adet fazladır (6=vav) ilkinde 5 (he). Bu iki sayı yan yana
geldiğinde 56 eder, mübdi demektir (başlamak) ve ebced değeri iki hayat anlamına
gelen Züleyha’ya denktir. Müşteri yıldızına işaret ve günlerden Perşembe’ye
işaret eder (Vatan ve Hürriyet Perşembe günü açılmıştır) ve ayrıca terbiyecinin
önündeki perde daha da aşağı inmiştir ve duvarda fazladan bir testi
belirmiştir. Her şeyin sembolik olduğu bu iki tabloda, dehşet veren şey ikinci
tabloda mihrabın yarıya kadar perdelenmiş olmasıdır. Motif ilginçtir, bir insan
yüzü vardır… Çünkü aynadır. İlk mihrap Bizans mimarisi, ikincisi Safevi
mimarisidir. Burada bir not düşmekte fayda görüyorum: Kaplumbağa Terbiyecisi’ne
ilham olan bir çizimden bahsedilir. 1869 yılında bir Fransız dergisinde yayımlanmış
olan Kaplumbağa Terbiyecisi karikatürü… Fakat bunu çizen ressam, bu adamın
hikâyesini Portekizli bir kaptandan dinlediğini söyler. Okinawa’da yaşayan ve
bütün gününü kaplumbağalarıyla geçiren meczup bir samuray’dır bu… Bu hikâye
Ertuğrul Firkateyninin Japonya sularında batmasından önceye dayanır.
Mesotopya’ya hoş geldiniz! Burada zaman (dehr) bir derya gibidir ve bilgi bu deryaya atılmış taşa benzer. Taş ne kadar ağırsa, deryada yaratacağı gedik o denli güçlü bir girdap etkisi yaratır. Girdabın etkisiyle çevresinde dalgalanan deryayı yine kendi içine çeker, böylece geçmiş ve gelecek yakınlaşmaya, giderek iç içe geçmeye başlar. Bu yakınlaşmayla birlikte Batı ve Doğu birbirine karışmayan iki denize dönüşür. İşte iki denizin tam ortasında, Yaşam ve Ölüm arasında başka bir hayat önem kazanır: Anatolia. Burada hayat ve hayaller dünyası iç içe geçmiştir, neyin gerçek neyin hayal ürünü olduğunun önemi de yitmiştir, tıpkı Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin Marifetnamesi’nde, İsmail Hakkı Bursevi’nin Kitabül Envar’ında ve Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde anlatılanlar gibi… Bu toprakların (t)ürettiği arketipler orijinal değildir belki (çok da önemli değildir) ama eklektik değildir, daha çok sentetik ve yenidir: Âlim olarak Evliya Çelebi tipik bir Anadolu insanıdır. Onun bu çelebilik maskesi altındaki hemen humor sahibi Hace Nasreddin’i buluruz, bu maskenin altında ozansı ve savaşçı özelliği ile Köroğlu’nu, onun altında hiciv gücüyle Karagöz’ü, onun altında pratik zekâlı naif Keloğlan’ı görmek mümkündür. Ve bütün bunlar bir araya geldiğinde ruhsuz bir Frankenstein değil, yanakları meserretten pembeleşmiş matruşkayı fark ederiz ve giderek bu türden bir insan tipolojisi, asla boyun eğmeyen “Haceyatmaz” (hacı değil) fikrini serimler. Çünkü artık bu topraklarda Mesotopya dediğim kavram devreye girmiştir. Peki, ne anlama geliyor bu kavram? Evet, bu kavramı ben uydurdum, literatüre önerimdir, karşılığını bulamadığım için orta anlamına gelen meso ile toprak anlamına gelen topos’u bir araya getirdim: Mesotopya, mikro düzeyde yaratılarak yaşamsal kılınan politik-ontolojik ilişkiler soyutlaması sonucu ulaşılan, kısa vadeli içgüdüleri de kapsayan ussal-sezgisel bir ara form, bir “alacakaranlık” zamanı… Mehdi’nin gelişi (mesih ve mehdi ayrı kavramlardır), İbn Haldun’un 4 nesil süren asabiyet ilkesi ve İslam’ın elçisi Muhammed’in tevhid inancının somutlaşmış hali, Hz. Ali, Napolyon’un ideal olanı somutlaştırması gibi… Alacakaranlık dememin de bir sebebi var. Bu topraklarda 11. yy.’dan itibaren 18. yy.’a kadar her yüzyılda en az 4 mehdi doğmuştur. Bu önemli… Çünkü arz talep meselesi göz ardı edilemez. Sık sık kurtarıcı kavramıyla karşılanan Mehdi kavramını biraz açalım o halde. Hidayete ulaştıran anlamında, Allah’ın da isimlerinden biri olan Hadi kavramına köken teşkil eden hidaya’dan (kılavuz olma) türeyen Mehdi, her hangi bir konuda değil, gerçekliğin doğurduğu acıdan kurtulmak için topluma yol gösteren anlamına gelir. Mesih ise gerçeği ortaya koyan anlamına gelir (Mesaha kelimesinin “sahi” sözcüğünü içerdiğini unutmayalım.) Evet, yumak büyüyor! Az önce Politik Ontoloji kavramını kullandım. Bu kavramı da biraz açmamız icap ediyor. Çağımızın sapkın filozofu olarak anılan Prof. Zizek bu ikili (bu yazının kaderi belli ki ikililik kavramı), insan emeğini sömürmeden üretimlerin belirlenmesi, üretimlerin hayat bulması ve ihtiyaçların karşılanması fikrine dayandırıyor. İyi niyetli bir Polyannacılık gibi dursa da haksız sayılmaz Zizek. Kulağa tuhaf gelebilir ancak biraz düşünelim, eskiden bir otomobili (ihtiyaç nesnesi, ürün) insan emeği sonucu üretebiliyorduk. Böylece emek (ister istemez) sömürülüyordu (Marx buna somut bir çare bulamadığı için proletarya ayaklanmasını önermişti) ve sonuç olarak ürüne, dolaylı olarak emeğe kan (kul hakkı) bulaşıyordu. Fakat bugün, otomobilleri olduğu gibi daha pek çok ihtiyaç ürününü, programlanmış ya da yapay zekâ robotlar yapıyor. Üstelik otomobille aynı materyallerden yaratılmış bu varlıklar, varlıksal bir birlik dizgesinde yer aldıkları için sömürülmüş de olmuyorlar. Hangi yapay zekâ ya da robot yaptığı işe yabancılaşabilir ya da emeğimin karşılığını alamıyorum diye yazıklanabilir. Robot ve yapay zekâlar için zaman mevhumu söz konusu olacak mıdır? Gün ışığında çalışıp gece olunca uyuyan robotlar olmayacağına göre (çünkü böyle programlanmaları insanın ahmaklığı anlamına gelecektir) zaman üstü işleyen bu varlıklar, bu yönde programlandıklarını varsaysak bile bu sahici bir isyan mı olacaktır? Giderek bu robotları da tasarlayanlar artık robotlardır, bunu da aklımızın kirlenmemiş bir köşesinde tutalım lütfen! Ancak burada şu soru sorulacaktır, haklı olarak: Ya o ilksel robot veya yapay zekâyı tasarlayanların (coder, kodcu, kod yazarı, beyin işçisi) emeği ne olacak? İşte tam da burada ontoloji kavramını devreye sokuyor Zizek. Düşünce, beyinsel bir faaliyet olarak varlığın bir parçasıdır… Bunu şöyle ifade edelim, emeği önceleyen fikir (para kazanması için çalışması gerektiğini bilme bilinci), fikri önceleyen ve bu anlamda onu kapsayan beyin (doğanın en yetkin sinir ağı sistemi), beyni önceleyen doğa ve doğayı önceleyen de varlıktır. Öncelemekten kastım kapsamaktır. Kimse alınmasın ama düşünürümüz “aslında“ diyor ki, otomobili ne robot, ne de insan üretmiştir, o varlığın kendi üretimidir, bizler sadece aracız. Tıpkı dünyaya gelen bir bebek gibi… Anadolu masallarında bebeği dünyaya getirenin leylek (göksel varlık) olduğu anlatılır. Bu aslında bir fantazyanın ötesinde ontolojik politik bir yaklaşımdır. Ebeveynleri dolayısıyla insanı aracı kılan, dünyaya gelişi öncesizleştiren (piç) ve onu toprak üstü bir varlık haline getiren bu yaklaşım çok önemlidir. Bu düşünce, Kuran’da “mülk Allah’ındır” fikri ile karşılaştırılabilir. Vahdet-el Vücut (varlık birliği) felsefesini yaşamsal kılmaya çalışan Anadolu İrfan Geleneği içinde gelişen Ahilik örgütlenmesinde de benzer bir söylem vardır, “Rızk Allah’tandır” veya “Haydan gelen Hu’ya gider” gibi… Şimdi, daha fazla epistemik bir çöküntü yaşamadan, konumuza kaldığımız yerden (imge serabında kaybolmadan) devam etmeye çalışalım. Güneş tepedeyken çölde kaybolmadan yol almak ne kadar mümkünse… Belki de aklın karanlığını beklemeliyiz, orada yapayalnız ve savunmasız kalacağımız kesin fakat yanıltacak hiçbir etken de kalmayacak, çünkü gece her şey gerçektir. Ayın ışığı her ne kadar kendi ışığı olmasa da çölde serap yaratmayacaktır. O halde aklın gecesinde yol almaya devam: Robotlar diyarından geçip, Arap yarımadasının çölündeyiz şu an. Borges’in dediği gibi, “Çağdaş insanı şöyle görüyorum: en gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosuna bile kapanmış olsa gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramofonlarla, radyolarla, sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla, bültenlerle …” Edebiyat hocam Cengiz Erengil, böylesine donanmış bir insan için sahici bir yolculuğun artık gereksiz olacağını belirtiyor ve ekliyor, “Bu yüzyıl Hz. Muhammet’in Mina Dağı öyküsünü tersine çevirmiştir. Bugün artık dağ, çağdaş Muhammet’e gelmekte…” Bu bana Hasan Basri’nin sufi Rabia için söylediği sözü çağrıştırdı: “Bir gün Kâbe’yi tavafa gittiğimde onu yerinde göremedim ve birine sordum, o da bana Rabia adında bir derviş var, onu tavafa gitti.” İşte şimdi gecedeyiz. Hazır mıyız? Hazıra Hızır gerekmez. O halde aklın Virgilusvari (veya Cibril meleğinin) kılavuzluğuna ihtiyaç duymadan ilerleyelim bu karanlık çölde… Şair Firdevsi’nin de dediği gibi, gece oldu mu çölde, yıldızlar semadan yere sarkan iri kandiller gibi görünür, lakin onlar da gecenin binbir serabıdır. Binbir Gece Masalları, sınırlı sonsuzluk zemininde ilerler. Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki yüzyılda ortaya çıkan anonim masallardan biri de hepimizin bildiği Alaaddin’in Sihirli Lambası’dır. Anımsayalım. Bu masalda, bir kandilde yaşayan “cin”, onu bulup ortaya çıkaran kişiye her dileğini zahmet çekmeden emeksizce yerine getirme sözü verir. Kendisini dışarı çıkarması şartıyla onu efendisi kabul eder, kendisini de onun kölesi… Bu masalın doğuş hikâyesi kölelerin dünyasında ortaya çıkar ve en az masalın kendisi kadar ilginçtir! Alman filozof Hegel, Tarih Felsefesi adlı eserinde Mısır’ın M.S. 642 yılında İslam’ın ikinci halifesi Hz. Ömer döneminde fethedildiğini yazar. Ona göre, Müslümanlar bu fetihle verimli arazilerle birlikte kıymetli kültür hazinelerini ele geçirirler. Bu bilimsel hazinelerden birisi de Mısır›ın en önemli şehri olan İskenderiye›de bulunan Büyük Kütüphane›dir. Kitabın “Muhammedanizm” başlıklı bölümünde bu kütüphanenin ikinci halife Hz. Ömer›in emriyle Mısır fatihi Amr b. el-As tarafından yakılıp yıkıldığı yazar. Gerekçe olarak, kütüphanedeki kitaplarda yer alan bilgilerin (âlem) eğer Kuran’da bulundukları sabitse, gereksiz oldukları ve eğer Kuran’da yoksa o halde yine gereksiz oldukları ileri sürülür. Öyleyse yakılmalıdır. Bir hafta süren yangından çıkan kara duman İskenderiye semalarını öylesine kaplar ki Akdeniz’in korkunç korsanları Kıbrıs açıklarında bu dumanı gördüklerini seyir defterlerine kaydederler. Ama bu felaketten bir kitap kurtulmayı başarır. Bu kitap, matematikçi ve filozof Ptolemaios’un (Batlamyus) “Tetrabiblos” adlı eseridir. Bu kitap, Pisagor’un ruh ve beden üzerine kaleme aldığı gizli kitabı üzerine numerolojik bir katkıdır. MS 2. yüzyılda yaşayan Batlamyus, Mısır’da kaldığı süre boyunca astronomi ve fizik dışında mistik çalışmalarda da bulunmuştur. Böylesine eşsiz bir eserin yanmasına gönlü razı gelmeyen kişi ise Amr İbn As’tır. Önceleri İslam düşmanıyken birden imana gelmiş ve İslam’ın yayılmasında önemli rol oynamıştır (tıpkı ilk Hristiyanların baş düşmanı Aziz Paul gibi). Hatta ilginç bir yönü daha vardır Amr’ın, camilere minare tasarımı anlayışını getiren de ilk odur. Ancak İslam tarihçileri, onun bilinmeyen bir konudan ötürü elçiye ve dolayısıyla da İslam’a olan dargınlığına bir anlam veremediklerinden onu çok ön plana çıkarmamışlardır. Sadece İbn Haldun, erken dönem eserlerinden birinde onun adını övgüyle zikreder. Bir yazısında (Mukaddime’ye giriş teşkil ettiği düşünülür) asabiyetin sadece kavimlerin gelişiminde değil kişisel ilgilerin belirlenmesinde de önemli bir işlevi olduğunu belirtmiştir İbn Haldun. Şimdilik bulduğu bu kitapla ilgili As’ın takıntısını neyin tetiklediğini tam olarak ben de bilmiyorum (belki de elçi ile tartıştığı konuyla alakalıdır, kim bilir). Ama bildiğim şu ki, bu kitabı hâkim el-Bıtrik isimli kölesine Grekçeden Arapçaya çevirtmiş, sonra da “Nûrihî ke Mişkâtin fîhâ Mısbâhun el Mısbâhu fî Zucâcetin ez Zucâcetu ke Ennehâ Kevkebun Durriyyun” adını verdiği bu yeni eseri, Mısır’da bir Bedevi pazarında bulduğunu iddia ederek üzerinde çalışmalar yapmaya başlamıştır. Arapça metne göre, insan ölünce bedeni toprağa karışmakta, ruhu (şuur) ise evrenin eterik (esir) alanına yayılmaktadır. Şuur da tıpkı bir beden gibi maddedir, fakat uçucu bir maddedir (ispirto-spirit). O halde, ilmi ledun’de (Mısır’da ortaya çıkan simya ilmi olduğu sanılıyor) derinleşen bir âlim, gerekli ortamı yarattığı takdirde beden henüz canlıyken şuurunu kendi bedeni dışında bir mekâna/alana/platforma/uzama/eşyaya hapsedebilir. Bu mekânın özel bir alaşımdan yapılmış olması farzdır (farazi, teori). 8. yüzyılda Bağdat’ta yazılan Binbir Gece Masalları’ndaki meşhur Alaaddin’in Sihirli Lambası masalı da işte böylece ortaya çıkar. Aslında lambadaki “cin” diye tabir edilen (dumansız ateş, enerji) beden diri iken bedenden özgür kalan saf aklın kendisidir. 12. yüzyılda Anadolu’yu dolaşan ve kendisinden sonraki 7 yıllık Batı felsefe tarihini adeta önceden özetlediği Nur Heykelleri’nin yazarı Sühreverdi (mistik düşünür) buna Akl-ı Sorh (Kırmızı Akıl ya da Aydınlanmış Akıl) demiştir. Yine aynı dönemin mistik düşünürü Endülüslü İbn Arabi, üç ölümden, beyaz, siyah ve kırmızı ölümden söz eder, kırmızı ölüm aklın ölümüdür. Ama şunu unutmayın, Doğu ile Batı ölümü taban tabana zıt betimler ve Endülüs, Batı’da filizlenen Doğu topos’udur ve Avrupa için tam bir alacakaranlık kuşağıdır. Çünkü tam yüzyıl sonra aynı kitap, Endülüslü simyacı Ramon Llull’un eline geçecek ve o da kitabın adını değiştirerek Ladino dilinde yeniden yazacaktır. Ladino unsurlar taşıyan bu kitabın adı, eski Türkçeye ”Genel Nihai Sanat” diye çevrilse de onun aynı zamanda teolog ve filozof olduğunu gözden kaçırma hatasına düşmezsek, aslında kitabın adının “Evrensel Ereksel Sanat ya da Dünya” olduğunu görürüz. Çünkü İngilizce art, İbranice art sözcüğünden ödünç alınmıştır (aslı Aramcadır) ve Wittgenstein’ın en doğru şekilde tanımladığı “dünya“ demektir. Kaderinde defalarca metamorfoza uğramak olan bu kitapta kavramların kombinasyonlarından oluşan yeni bir bilgi türünden ilk kez bahsedilir. Evet, yapay zekâdan bahsediyorum ve bu konuyu ilk kavramlaştıranın Llull olduğu söylenir. Yine söylentilere göre “Kırmızı Akıl” anlamına gelen “Akl-ı Sorh” kitabında yazılı olanları da İbraniceye değiştirerek çeviren de aynı kişi… (İbn Rüşt’ün Aristoteles’in Fizik’ini Grekçeden Arapçaya birincil ağızdan çevirdiği gibi değil, çünkü Batı’da çeviri [translation, trans, bir yerden başka bir yere taşımak] metni diğer dil için yeniden yazmak anlamına gelir. Tercüme ise mot a mot (rücu, aslına yönelik) bir çeviridir), e.d. Ramon bir tercüme değil, Kabalistik metotlara göre metni yeniden yazmıştır. (Metni yeniden yazma fikri, 20. yy.’ın düşünürleri Deleuze, Derrida ve Dilthey’de “yapıbozum” tekniğine dönüşecektir.) Ölümünden üç yüz sene sonra bu eser, Prag’da Golem hikâyesinin doğmasına vesile olur. Golem, istençsiz hizmetkâr anlamında bir sözcüktür ve korku edebiyatında var olan bir karakterdir. Dedim ya, alacakaranlık kuşağındayız artık… (Bizde de bunun karşılığı Gulyabani’dir. Sanıldığının aksine bu kavram ilk kez İstanbul’da (asıl adıyla Konstantinopolis’te) değil, 15. yy.’da ortaya çıkmıştır. Manisa, Endülüs’ten kaçan ve Osmanlı’ya sığınan Yahudilerin ilk sığındığı şehirdir. Söylentilere göre Yahudilerin arasında Kabalayla uğraşan hahamlar da vardı ve onların rahat çalışabilmeleri için Kanuni’nin annesi (Polonya Yahudi’si Helga yani Hafza Sultan’dır) tarafından inşa edilen Bimarhane’nin içinde gettovari bir alan, onlara tahsis edilmişti. Ek bir bilgi olarak şunu belirtmekte fayda var: Philip Moris’in büyük büyük dedesi Şinasi Moris de Manisalıdır ve Amerika’ya göç ettikten sonra Manisa’da bir hastaneye hastalıklara karşı ilaç gelişimini desteklemek için yüklü miktarda bağış yaptığı kayıtlıdır. Ayrıca hepimizin bildiği ve Apple markasıyla dünyayı değiştiren Steve Jobs’un biyolojik baba soyunun Humus’a Manisa’dan göç ettiği rivayet edilir. İlk Gulyabani efsanesinin bimarhanesi (tımarhane) ile meşhur Manisa’da ortaya çıkması çok anlamlı… Çünkü gul-yabani, yine Farsça gul-biyabani’den türer ve çölde görülen yabancı anlamına gelir. O halde binbir seraplı çölde yürümeye devam… Az önce bahsettiğim Golem’in varoluş amacına gelecek olursak, Balkanlarda Hristiyanlar tarafından eziyet gören Yahudileri korumasıdır. Çünkü korunaklı bir yaşam için korumalara ihtiyaç duyulur. Bu olgu bugün de yok mudur? Golem’in istenç konusunda Meleklerden farkına gelecek olursak, onun somut bir şekilde sosyal yaşamda rolünün bulunması ve diğer canlı türleri ile belirli bir iletişim içinde olmasıdır. Bütün bunları neden anlattım? Çünkü aslında insanoğlu, bir distopya korkusu yüzünden yarattığı ütopyaya ulaşmak için geliştirdiği “aracı” gözden kaçırmaktadır. Yapıbozumcu bir ağızla konuşacak olursak, Avrupa kültürü, Musa’nın ortaya koyduğu görüntünün korkusundan kendilerine müjde olan İsa’ya ulaşmak adına üretilen “ana yolu” gözden kaçırıp, giderek onu küçümseme yolunu seçmiştir. Çünkü şu görüş çok yaygındır, “demokrasi bir araçtır.” Oysa aynı gelenek içinde yetişen Marshall Mcluhan “araç, amaçtır,” (medium is the message) diyerek aslında “yolu” aydınlatmıştır. Haydi, öyleyse, biz biraz daha İskenderiye Kütüphanesi’nin (ki onun bir Babil kulesi olduğunu söylemek yanlış olmaz) tozlu raflarında dolaşalım. Nerede kalmıştık? Halife Ömer zamanında Mısır Valisi As’ın yakarak kül ettiği İskenderiye Kütüphanesi’nden kurtarılan Grekçe eser, ruhun bedenden bağımsız bir varlık olduğu, beden dışında da yaşam sürdüğünü anlatıyordu. Vali, bu eseri Grekçe bilen kölesine çevirtmiş ve onu öldürtmüştür. Grekçe eseri de yakmıştır. Eser artık Arapçadır ve müellifi de meçhuldür. Valinin isteği ile esere kurmaca bir de hikâye eklenmiştir. Buna göre âlimin biri, daha yaşarken (yani ölmeden önce) şuurunu bir kandile hapsetmeyi başarmıştır (ölmüştür). Bu duruma göre şuur, artık kandil içinde yaşamakta ve onu bulup iletişim kuranlarla konuşmaktadır. Serbest kaldığında evrensel ruhla buluştuğu için onun için zaman ve mekân kaydı olmadığından (Süleyman peygamber ve cinler ordusu lideri arasında geçen diyalog misalinde adı zikredilen Hüdhüd kuşu gibi), her şeyi yapabilme kudretine sahiptir. Bugün de insan bilincinin, belleğinin başka bedenlere veya formlara transferinden bahsediliyor. Bu taşınma işi birebir mi olacaktır, bundan pek emin değilim. Bu sürecin yaratıcılarını bugünün kod yazıcıları olarak görmekten kendimi alı koyamıyorum. Bir zamanlar mit olan, bugün gerçek değil mi? Bu yüzden mitleri hafife almasak iyi olur. Onları gereksiz yere yüceltmek de anlamsız. Kuran’ın getirdiği Vahiy kavramı, mitlerin (esatir-i evvelyn, ilk örnekler, arke-tipler) bilinç dışı kontrol gücüne karşı onlardan özgürleşmemiz için var. (Kuran’da bu kavramın geçtiği ayet dizilimlerini inceleyin ne dediğimi göreceksiniz.) Bir yanıyla doğa, bir yanıyla düşünce varlığı olan coder’ı (kod yazıcısını), ben Sfenks’e benzetiyorum. Hegel, Sfenks’i (basınç anlamına geliyor) doğaya batmış tin olarak tanımlıyor Tinin Görüngübilimi’nde… Oturdukları yerden eski düzenin parçalarından, eski düzenden bağımsız yeni bir düzen inşa eden doğal Firavun zekâlar…
Firavun
hiç de sandığınız gibi despotik bir lider değildir. Bilakis hem sultan hem
halife özelliği vardır. Musa ile Firavun, Varlığın kendi içindeki, kendinden
kendine olan epifanik iktidar çatışmasının yarattığı bir ayrımlaşmadır (Karagöz
ile Hacivat gibi). Peki, bu tuhaf epistemik hermeneutizm bizi nereye götürür?
Bu, bizi Sfenks’i ilk kez gördüğünde geceler boyunca uykusu kaçan Büyük
İskender’in düşüne götürür elbette… Evet, hala felsefenin köklerindeyiz, Mısır’dayız…
Kimileri Doğu Batı birliğini kurmaya çalışan bu genç adamı, Kuran’da geçen
Zülkarneyn’e (çift boynuzlu) benzetirler, kimileri de onun bir Delf rahibesi
tarafından dokunduğunu altına dönüştürerek lanetlenen Eşek Kulaklı Midas Kralı
olduğuna inanırlar. Büyük İskender, kim olursa olsun ister bir esatir isterse
bir vahiy ürünü, Büyük Dünya Fikri ile kendi tarihinin ilk ütopistidir bence,
kendisini boynuzlu Dionysus’a benzetip bastırdığı paradan belli… Masala
lanetlenmiş bir tiran kralı olarak geçtiği versiyonu ile de belki de tarihin
ilk distopik karakteridir. Peki, Politik ontoloji bağlamında nedir, kimdir?
Bana göre, Kuran’da geçtiği biçimiyle sebeplerin ilmine (felsefeye) sahip
tevhidci bir Zülkarneyn’dir. (İbranice olan bu kelimeye köken teşkil eden
KRN’yi “Karan” diye ünlerseniz boynuz anlamına gelir ve boynuz şeklindeki
yapraklarıyla yaban nanesine de Karan denir. Hale şeklindedir. Eğer KRN,
“Keren” olarak ünlenirse, ışık anlamına gelir, kiriş için de kullanılır ve Hare
şeklinde temsil edilir. Parmenides’in “her şeyin ölçüsü insandır” önermesinin
Da Vinci’de geometrik bir şekille anlam kazandığı ve bunun da Davud’un Yıldızı
ile ifade edilen beş uçlu Çoban Yıldızı olduğunu anımsayalım. Çoban Yıldızı
(Merkür, Hermes) aydınlanmış insan olduğuna göre, Türk Bayrağındaki Hilal
şeklindeki ayın da aslında aydınlanmış insanı yani Keren’i temsil ettiği
aşikârdır. Keren’in, Karan ile (çift boynuzlu şeytan; Karun, Deccal, Satan)
savaşı devam etmektir. Bu genel anlamda Doğu ile Batı’nın bitmek bilmeyen
ontolojik politik savaşıdır. Görüngübilimi açısından bakacak olursak bu savaş,
bir evliliktir. Bu evlilikten de bir çocuk dünyaya gelmiştir. Bu oğlana biz
Anadolu (Anatolia) diyoruz. Şimdi Anadolu’yu derinden etkilemiş Manizm,
Mazdeizm, Mihraizm gibi öğretileri yazdığı fantastik romana konu alan
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin Amak-ı Hayal adlı eserinde bu
savaş (Fark Dağı) Ehrimen (Karan-lık) ile Hürmüz (aydınlık – Hermes, Merkür,
Çoban Yıldızı, Davud’un Yıldızı, Türk Bayrağı) savaşı olarak betimlenir. Merak
edenler ilgili bölümü ve Kuran’da Zülkarneyn ile ilgili ayeti bulup okuyabilir.
Çok zihin açıcı bir anlatım ve betimlemedir. Ben, uzun uzun ne Kuran’da geçen
ayetlerden ne de Amak-ı Hayal’den bahsedeceğim. Fakat şunu söylemek isterim,
yine bana göre (keşiflerime göre) 1930’lardan itibaren kökleri oluşmaya
başlayan ve 70’lerde de meyvelerini vermeye başlayan Büyük Doğu Mefkûresi,
Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin de içinde bulunduğu Askeri ve Diplomatik
cemiyet mensuplarının ilgisini çeken orijinal bir tarikat olan ve
Trablusgarp’ta filizlenen Arusilik ve fikirlerinden hayli etkilenmiştir. Büyük
Doğu dönemin aydın ve özgürlükçü kalemlerinin de desteği ile siyasal bir
harekete bürünmüştür. Bu mefkûre, Zizek’in kast ettiği politik ontolojik bir
“imge” üzerine kuruludur. Bu imgeyi bir kez daha anımsayalım. Doğu ile Batı’nın
arasındaki temel dünya görüşü farkını anlamak ve bu farktan bir zenginlik
doğurmak için beden babası çirkin suratlı Güzel Philip’e değil de akıl babası
güzel filozof Aristoteles’e danışan genç kral, hocasıyla baş başa vererek
gelecek yüzyılları derinden etkileyecek olan bir plan yapar. Plana göre, Batı’nın
ve Doğu’nun en büyük mimarları (âlimleri) çağrılacak, harabe bir sarayı tamir
etmeleri istenecektir (bu harabe binanın İskenderiye Kütüphanesi olduğu
söylenir). Batı’nın mimarları, harabe sarayın Garp tarafını, Doğu’nun mimarları
da Şark tarafını tamir edip güzelleştireceklerdir. Aralarına da –
birbirlerinden etkilenmemeleri için – kalın bir perde çekilecektir. En
beğendiği çalışmanın âlimlerini hazinesiyle mükâfatlandıracaktır. İskender’in
talimatıyla çalışmalara başlanır. Bir yıl sonra genç kral, kurmaylarıyla gelir.
Çalışmalar bitmiştir. Batı’nın mimarlarının hünerini görmek için sarayın batı
yakasına geçer. “Muazzam bir işçilik,” der görür görmez, “perdeyi indirin de
Doğu’nun mimarları ne yapmış görelim,” diye emir verir ardından. Adamları
perdeyi indirince, gözlerine inanamaz… Çünkü Doğu’nun âlimleri, Doğu tarafına
duvarı boydan boya kaplayan bir ayna yapmışlardır. İskender’in sonrasında ne
yaptığını bilmiyorum ama benim anladığım şu, Batıdan gelenler yaptıkları işteki
sanat itibariyle doğrudan Batı’yı işaret etmişlerdir. Doğu’dan gelenler ise
yaptıkları işte, hiç bir yeri işaret etmemişlerdir. Çünkü ayna, derinlikli bir
alan yansıtıcısından başka bir şey değildir. Kuşkusuz iğne deliğinden mercimek
geçirmek kadar büyüleyici ama onun kadar boş bir iş değildir ayna yaratma
fikri… Bence İskender hangi tarafın daha iyi bir iş çıkardığı sorusunun yanıtı
karşısında kararsız kalsa da ayna imgesi karşısına hayranlık duymaması olanaksızdır.
Peki, biz soru sormayı deneyelim: Doğu, bu meselde anlatılmak istendiği üzere
bir ayna kültürü müdür? Hiçbir şey üretmeyen, üretileni yansıtan? Yoksa
üretileni farkındalığa çıkaran bir refleksiyon mu? Bu anlamda Doğu düşünce
gücünü mü temsil ediyor? Daha büyük bir soru da var: Doğu neresidir? Asya mı?
Batı’nın neresinde başlıyor Doğu? Batı’nın batısı neresidir? Bu soruların yanıtlarını
küresel dünya düzleminde bilemiyoruz. Ama Piri Reis’in haritasıyla bakacak
olursak Mısır merkezli iki boyutlu bir dünya ile karşılaşıyoruz.
Problematiğimizin içinde yürümeye devam edelim. Dünya haritasına, ayaklarımız
güneyde, başımız kuzeyde ve yönümüz Akdeniz havzasında olacak şekilde bakarak,
onu ikiye bölmek ne kadar akılcıdır? Ussal olan edimsel olan, edimsel olan
ussal olandır, diyen Hegel’in bu sözünü içinden geçirenler olacaktır. Ussalsa
edimseldir, diyeceklerdir. Ben de onlara edimsel olan da ussaldır öyleyse
diyerek bu haritaya tersten bakmayı önereceğim, bu öneri de edimsel olduğu
kadar ussaldır. Ama kendime şu itirazda bulunmayı da göz ardı etmiyorum.
Haritayı İskender’in okuduğu gibi okumak, zamanı Güneşe göre belirleyen
coğrafik bir sınıflandırmanın ürünü olsa gerek… Bu doğru. Peki, bu haritayı Ay
hareketine göre okusaydık? Ama Ay, (karanlığın efendisi gece, “dünde kalan”)
ondaki mitsel endişeleri bir kenara koyacak olursak, “artık” zamandır, uyku
zamanıdır, üretimin durduğu zamandır… Dünya düzken veya yuvarlakken bu böyle
olabilir ancak dünya hiçbir zaman ne düz ne de yuvarlak olmuştur. Dünya daima
global olmuştur, yani bütünlükçü bir mekân olarak algılandığı için
imparatorluklar doğmuş ve uzun süre hayatta kalabilmeleri gibi çöküşlerinin de
nedeni yine global olma özelliği olmuştur. Global (merkezsiz) dünya fikri ile
insan coğrafyanın hâkimi olmuştur. “Osmanlı’yı bitiren budur,” diyor Prof.
Celal Şengör, “coğrafya hâkimiyetini yitirmek…” Peki, küresel dünyayı bütünüyle
algılamak, onu para gibi düşünsek bile aynı anda iki yüzünü algılamak mümkün
mü? Belki mümkün, kim bilir… Belki de Büyük Doğu Mefkûresi böyle bir ilhamla
doğmuştur. Bu fikir önemli bir hareket olmuştur. Bana göre Osmanlı’nın ardından
kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde üretilmiş olan ve köklerini Anadolu’da bulan
ilk somut ve özgün fikirdir bana göre… Necip Fazıl Kısakürek bu kavramı Yahudi
kini üzerine kurar, sırtını Batı’ya, Tanrılara ve görkemli tapınaklara döner
ancak nefret öylesine gözlerini kör etmiştir ki yüzünü Şarkiyatçıların betimlediği
ölü Doğu’ya çevirdiğinin farkında değildir, lunapark’a! Ancak yine de şu açıktır
ki Doğu artık bir yön değil, bir alandır. Batı’nın sınırları dışında kalan alanın
tamamıdır… Batı’yı Güneş, Doğu’yu da Ay olarak düşünürsek, güneş doğduğunda
ay yoktur, ay çıktığında da güneş görünmez… Bu anlamda Batı salt bir yön değil,
ışık temelli bir düşünce dizgesi merkezinde gelişerek üretim ve toplumsal
ilişkiler soyutlaması üzerine inşa edilmiş ve karanlığı (geceyi) üretimin dışında
arta kalan tasarruf alanı olarak belirleyen lojik, etik ve estetik bir anlayış,
bir dünya görüşüdür. Bir global dünya anlayışı ki Batı’nın zorunlu olarak
ürettiği bir kavramdır ve yine aynı kavram, Batı’nın endüstriyel emperyal
epifanik ilerleyişini sekteye uğratmıştır. Çünkü global dünyada (kesintisiz
üretim ilişkiler ağında) karanlık (gece) artık eskisi gibi bir “arta-kalan”
zaman birimi değil, yaşanan ve üretim süreçlerinin faal olduğu bir zamandır.
İşte burada Ay simgesine sarılan Büyük Doğu Mefkûresi, aslında tam da Global
dünyanın arzuladığı ve yeni dünya düzeni olarak adlandırdığı kavramdır. Bu
anlamda Batı’da ortaya çıkan yapay zekâ, aklın gecesinin ürünüdür. Onun
isminden “Büyük” ve “Doğu” kavramlarını silebilirsiniz, önemli değil, önemli
olan imgenin ve olgunun neyi işaret ettiğidir. Yeni Türkiye’nin bayrağında ay
sembolünün bulunması da boşuna değildir. Çünkü Ay, tıpkı Batı’nın âlimlerinin
işlerini yansıtan Doğu’nun âlimlerinin aynası gibidir, Güneş’ten aldığı ışığı
dünyaya yansıtmaktadır (gündüzleri yüzünü güneşe dönen ay çiçeği gibi). Merak
etmeyin konuyu Mithradian ay kültü’ne dayandırmayacağım ama 1923’ten 1300 yıl
geriye Arabistan’a gitmeyi önereceğim. Hz. Muhammed bir distopyadan bir
ütopyaya hicret (Hicri takvimin başlamasına vesile olan göç) ederken üç gün üç
gece SEVR adında bir mağarada saklandığı zamanlara… Mağarada ne yaşanmıştır?
Elimizde bir takım fragmanlar mevcut… Hepsinde de ortak tema Ebu Bekir’in
korkusunu bastırmaya çalışan ve evhamın yersiz olduğunu çeşitli mesel ve
ayetlerle anlatmaya çalışan Doğu Bilgeliğini içselleştirmiş bir adamın
sözlerindeki pekinlik! İşte o mağarada Hz. Muhammed’in dostu Ebu Bekir ile
yaşadığı her ne ise ona ben “Mesotopya” adını veriyorum. Çünkü Muhammed’in
vefatından sonra ortaya çıkan Sufi fikri hareketi bu mesotopyanın yaşatılmasından
ve yaşantılanmasından başka bir şey değildir. Hicret seyr-i suluke, mağara
halvete, mağaranın ağzındaki örümcek ağı ve bülbül yuvası nefs ve aşk,
mağaradan çıkış (salah-kurtuluş) aydınlanmaya dönüşecektir: Anadolu İrfanından
ve Aydınlanmasından söz ediyorum. Burada modernizm bir ütopya, klasik olana
özlem bir distopyadır. Mesotopya, kaybedileni bulma arayışı değil, bulduğunu
arama serüvenine dönen post-modern bir Nutuk Mabedinin ta kendisidir. Teşbihte
hata olmaz, “Odocu“ karaktere sahip bu irfan yurdu, bizi şimdiden, bir sonraki
şimdide (kıpıda) bekler, “Belki yarın belki yarında da yakın.” Çünkü Kün Feye
Kün, Zükarneyn’in “Sebepler İlminin” formülü, aklın gecesinde gizli… Yarın
yepyeni bir gün olabilir. “Bütün bunları bir araya getirdiğine inanamıyorum,”
dedi hayranlıkla, 18 bin kitabın indeksini ezbere bilen bu küratör beyefendi
kendisini bir Ortaçağ kralına eş görüyordu. Çocukken muvakkithaneden kitap çaldığı
için boynuna “ben hırsızım” yazılı tahta tabela koyup dolaştırmışlar, o günden
sonra küratör olmaya karar vermişti bu ak yüzlü adam. İstanbul
kütüphanelerindeki tüm yazmaları hangi kütüphanede, hangi kitaplıkta ve hatta
numaralarına varıncaya dek ezberinde tutarmış. Vaktiyle dönemin Reisicumhuru,
bizzat kendisi telefonla arayarak Kitabü’l-Envar isimli kitabı bulmasını
istemiş. O zamanlar Beyazıt kütüphanesi müdürlük makamını işgal eden bu ak
yüzlü zat, birkaç saat içinde bu yazmanın elan Süleymaniye Kütüphanesi, Şehit
Ali Paşa kitapları arasında bulunup 298 numarada kayıtlı olduğunu
bildirmiş… “Bir tarafında insan yüzü var,” diyerek, cebinden çıkardığı
beyaz mendile sarılı gümüş sikkeyi bana uzattı. Paranın üzerinde İskender’in
kendisini Dionysus’a benzettiği boynuzlu yüzü vardı, önceleri ön yüzünü sonra
da arka yüzünü gözümün önüne getirebildiğim zamanlar olmuştu (zahir ve batın)
fakat şimdi her iki yüzünü de görebiliyordum. Gözüm açılmıştı artık… Dünya bir
gümüş para gibi düzdü ve onu iki boynuzlu öküz tutuyordu. IMF’nin bahçesinde
duran heykel, Musa’nın Sina dağında Yahve ile yüz yüze görüşmeye çıktığında
geride kalan genç Yahudilerin yaşlılardan topladıkları altınları eriterek yaptıkları
Öküz’dü… “Ne yaptığının farkında mısın?” diye sordu. Kuşkusuz farkındaydım. Aslında
yaptığım şey metinleri yorumlamak değil, onları bir simyacının yaptığı gibi,
birer element olarak ele almak ve bu değişik fragman, kavram ve önermeleri,
yüksek ateşli bir potada (gönül) ve steril bir ortamda (vücud er-rakim) bir
araya getirip içine felsefe (taşı) katıştırıp yeni elementlere (anlamlara)
ulaşmaktı… Yaptığım şey tam da buydu. Ortaya çıkanları da benzer şekilde
birleştirme ve ayrımlaştırma sürecine tabi tutuyordum. Tüm süreci, titizlikle
not alarak yazılı bir envantere dönüştürüyor, başkalarına ait notları bu
listeye katıyordum. Böylece ortaya kurmaca bir dil dünyası çıkıyor ve bunun
içinde hakikatin izini sürdüğüm binbir seraplı çölde buluyordum kendimi…
Nihayetinde bütün gayem akışkan bir belleğe (sihirli el-iksir) ulaşmaktı… Bu
bellek, her maddeyi altına dönüştüren iksir gibi her bilgiyi saf imgeye (sessiz
kitap) dönüştürecek olan bir zihin yapısıydı. Zihin sessizleşmeden de sessiz
kitap okunamayacağından bir yazar da bir simyacı gibi aslında tüm çalışmayı
kendi bilincinde uyguluyordu. Ben de bundan farklı bir iş yapmıyordum. Bilgi
bendim ve dev bir meteordan farksız bir şekilde sufilerin deryaya benzettikleri
zaman (varlık) deryasına düşmüştüm. Oluşan bu şiddetli girdap, İngiltere
seyahati sonrasında bileklerini keserek öldüğü iddia edilen Sultan Abdülaziz’in
yaveri Beşir Fuat’ın bir sene sonra ölü bulunduğu Cağaloğlu’ndaki evinden çıkan
mektubu Ahmet Mithat Efendi’nin gazetesinde haber yapmasının ardından şehirde
baş gösteren intihar salgınından tutun da, 50’lerde Erzurum sokaklarında yankılanan
piyano sesine, Filibeli Ahmet Efendi’nin Amak-ı Hayal adlı eserindeki Aynalı
Baba’nın peşine düşen Sami adındaki casus karakterinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Halit Ayarcı’sına, Büyük Doğu’cu Hilmi Işık’ın
Ajan Hempher’ın Anıları adlı eserinde İngiltere Müstemleke Nazırlığının Büyük
Doğu Projesi’nden Goethe’nin Doğu Batı Divanı’na, İbn Arabi’nin Füsus El
Hikem’inden Deleuze’ün Kadın – Oluş kavramına kadar her şeyi tek bir merkezde
topluyordu. Sonra aklıma Osmanlı’nın ilk kadın mecmuasının 5. sayısının kapağı
geldi. Kızılay’ın üzerinde oturan ve başındaki bonede kızıl renkli bir yıldızı
olan, üzerinde saçaklı bir kantocu elbisesi, küt saçları, kırmızı dudakları,
elinde sigarettesi ile depresif bir yüz ifadesine sahip sürgündeki kraliçe…
Ünlü bir harf yer almadığı için mecmuanın adını okuyamadım. Ak yüzlü adam,
“Süs, ama belki de sus…” dedi. Ben de, “Ses de olabilir mi?” diye sordum.
“Neden olmasın? Binbir seraplı çölde her şey mümkün…” diye yanıtladı. Doğru
söylüyordu yaşlı adam. Rockefeller ve Rothschild ailelerinden ilki yılan,
ikincisi koçbaşı ile temsil ediliyordu. İçimi bir korku sardı o an. Tarifsiz
bir korku… Nasıl anlatsam! Küçükken evin karanlık odasına yaklaşırken diz
bağlarımın çözüldüğü, uzaklaşmak istediğim halde olduğum yere mıhlandığım o
anda kalbimi istila eden bir duygu gibi… İnsan kafasında kurduğu zaman bir
sorun olmuyor ama sıra onu eyleme dökmeye geldiğinde başlıyor tereddütler
oluşmaya…
Kuran’dan
bir ayet aklıma geldi, “Hakikat sen onu idrak etmedikçe Hakikat değildir.”
(El-Hakka) İşte bu gerçekten ansızındı beliren bir belirsizlikti, bu yüzden
korkunçtu.
Kaynakça:
1- Tarih Felsefesi, (Hegel)
Önsöz, Aziz Yardımlı
2- Tinin Görüngübilimi,
Hegel
3- Prof. İ. Ortaylı/Prof.
C. Şengör, Teke Tek Programı konuşmaları
4- Nur Heykelleri, Sühreverdi
5- Mesnevi, Celaleddin-i
Rum, Mevlana
6- İlahiname, Fahreddin
Iraki
7- Mantık’el Tayyar,
Feriduddin Attar
8- Füsus el Hikem, İbn
Arabi
9- İletişimsel Eylem Kuramı,
Habermas
10- Zabıtlarla Hasbihal,
Mustafa Kemal Atatürk
11- Türkiye Kültür Kökenleri,
Burhan Oğuz
12- Ortaçağların Tini,
Fredrich Artz
13- Gıdıklanan Özne, Zizek
14- Ayna İmgesi, Deleuze
15- Gramatoloji, Derrida
16- Yorumbilim, Dilthey
17- Mülksüzler, Ursula L.
Guin
18- Nutuk, Mustafa Kemal
Atatürk
19- Büyük Doğu Hareketi,
Necip Fazıl Kısakürek
20- Amak-ı Hayal,
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi Efendi
21- Osmanlı Moderleşmesi ve
Japon İmgesi, Prof. Dr. Zelha Etöz
22-
Günlükler, Kazım Karabekir Paşa