Bu itkilerden herhangi biri, zaman zaman, özel koşullar altında, insanın etkinliklerini öylesine kendi buyruğu altına alır ki, sonunda yalnız o üstün kalır. Fakat hiçbiri, ötekilere temel olamaz. Hiçbiri yaşamın kendisinin dinamik taşkınlığından daha köklü değildir; onlar, yaşamın sınırlı belirimleridir ancak. Her yerde olduğu gibi burada da bütün, parçalarının herhangi birinden daha büyüktür. Freud’un teorisi gözönüne alınırsa, bu olgu, özellikle üzerinde durulmak ister; o zaman, insanın cinsiyet itkisi üzerine başka şeyler söylemek gerekir; bu itki önemlidir önemli olmasına, ama insanın “benimseme gereksinimlerinden” doğan birkaç itkiden ancak bir tanesidir. Cinsiyet itkisinin, öbür itkilerle ilgili olduğu, hepsine yayılıp onlara kendi rengini verebileceği, bazı şartlar altında, onların yerini tutabileceği yahut yerini onlara verebileceği yadsınamaz. Fakat bu türlü olgular, sadece, insanın dinamik varlığının başlangıçtaki “yoğrulabilirliğini” gösterirler, cinsiyetle benimseme gereksinimleri arasında bir özdeşlik olduğunu değil. Çocuğunun anasına, erkeğin toplumsal kümeye olan benimseyici bağları, insanca duygudaşlıklarımız, şefkatimiz-bütün bunlar, organik değildirler; organik olan, organlar geliştikçe ortaya çıkan cinsiyet itkisinden, olgubilim bakımından ayrılırlar, hem pek çok ayrılırlar. Öbür benimseyici gereksinimler en güçlü olabildikleri bir sırada bu itki, gövdenin çökmesiyle birlikte yok olur.
Demin sözü edilen ilkel itkiler, daha özel olan ilk belirimlerdir, ama yaşamın taşkınlığının bütünü değildirler; itkilerin kendileri de, birey bir kişi olarak geliştikçe, türlü değişikliklerden geçerler. Söz gelişi, gövde-kurucu itkilerle gövde-koruyucu itkiler, temel gereksinimlerini aşabilirler, öyle ki, besin itkisi, toprağı işleme, hayvanları evcilleştirme ilgisi, bazan da, bolluk şartları altında, boğazına düşkün bir kimsenin yemek merakı olabilir.
Bunun gibi, yaşamak için gereken çevreyi, savunma araçlarıyla saldırma araçlarını arayış; öbür çeşitli ilgilerle örülü olarak, doğa güçleri üzerindeki egemenlik itkisi,-insanın ateş üzerindeki egemenliğiyle başlayarak, sonunda, endüstrileşmiş uygarlığını olanaklı kılan-egemenlik itkisi durumuna geçebilir. İlk anlatımlarını, çocuğun anasına bağlılığında bulan, insanın benimseyici gereksinimlerinin izlerine henüz aile topluluklarında, dostluk derneklerinde, kültürel yaşayışın gittikçe karmaşıklaşan ortak çabalarında rastlayabiliriz. Bütün bu durumlarda, temel, itkilerin içeriği, uyarlanması, biz, insan varlığının en yüksek aşamalarına çıktıkça değişir; ama itkilerin kendileri, gelişmemizin dinamik çekirdeği olarak kalırlar.
Değil mi ki her itki, yaşamın genel taşkınlığının sınırlı bir beliriminden başka bir şey değildir, öyleyse bütün itkiler, çözülüp açılırken, olgunlaşırken, birbirleriyle karmaşık, türlü şekillerde ilgili olup gelişmeleri, hiç değilse esas bakımından “denkleştirici” bir bütünün, insan kişisinin çözülüp açılmasıdır. Bu gelişme, hem toplumsal basınçlar altında, hem, içinde yaşadığımız dünyayı anlayışımızın, gittikçe artan anlayışımızın ışığında yer alır. Yani, bu gelişme, toplumsal şartların çerçevesi içinde olurken, büyük bir ölçüde, kavrayışlarımıza uygun olarak, merkezden yönetilir. Sürekli başarısızlıklar, yasaklar, bu gelişmenin yanlış yönetilmesi için, sinir hastalıkları için verimli topraklardır; bu türlü topraklar, özel itkilere önem vermezler.
İnsanın doğal gelişmesinin merkezden yönetimi, kökleri, canlı organizmanın “denkleştirici” Bütünlüğünde olduğundan, insan doğası için temel olan başka bir itkinin de belirtisidir. Kendi-kendini-doyumuna, kendi olanaklarının gerçekleşmesine yönelen itkidir bu.
Burada işe karışan olgu şudur: Her doğal gelişmede, bireyin bir kişi olarak gelişmesinde, onun biyoloji bakımından şartlandırılmış gereksinimleriyle, olanaklarıyla karışık yollardan bağlı olarak, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir “kendi-kendinin-ideal-görüntüsü” ne uygun bir biçim verme yer alır.
Bu kendi-kendinin-görüntüsü’nün kaynağı -ister çocuğunun babasıyla yahut anasıyla ilişkileri, ister bir delikanlının bir “kahramana” bağlılığı, yahut ergin kişinin, toplumsal basınçlar altında, ya da toplumsal basınçlara karşı kurduğu tasarımlar olsun- idealin kendisi hep, değerlendirmeyle ilgili bir örnek, varlığımızın günlük gerçeklerini aşarak bize, yaptığımız ya da yapmadığımız her şeyde yön gösterici olarak yardım edebilen bir örnektir; varlığımızın alt-bilinç aşamasında, düşüncelerimize olduğu kadar alışkanlıklarımıza da yayılırken, yön gösterici olarak daha bir etkilidir bu örnek.
Özelleşmiş her itki, yaşamdaki temel taşkınlığın özellikle yönetilmiş bir belirimidir. Gerçi öbür itkilerin hepsiyle ilgilidir; gerçi, amacı ya da ereği, ne şaşmaz bir şekilde, ne de şöyle böyle, önceden belirlenmiş değildir, ama genel yönü tespit edilmiştir ve biz bilinç aşamasında, itkinin yöneldiği bir erekler dizisini tasarlayabiliriz. İşte bu ereklerin ardından giderek, itki, kendi-kendini gerçekleştirir, yada doyuma ulaştırır. Önceden görülen bu erekler, böylece özelleşmiş itkilerimizin kesinleşmiş “idealleri” olurlar.
Kendi-kendini-doyum itkisi de buna benzer bir yolda iş görür. Bu itkinin kökleri, yaşamın dinamik taşkınlığında, “denkleştirici” bir bütün olan canlı organizmanın çekirdeğindeki taşkınlıktadır; o, her bireyin, olgun bir kişi olarak her bireyin esas bütünlüğünün bir anlatımı, daha doğrusu bu bütünlüğe yönelen bir itkidir. Gerçi amacı, ne şaşmaz bir şekilde, ne de şöyle-böyle, önceden belirlenmiş değildir, ama genel yönü, bir yandan, bütünlüğünün kendi niteliğiyle, öte yandan da, biyoloji bakımından şartlandırılmış büyüme ve gelişme olanaklarıyla tespit edilmiştir. Her bireyde, bu yüzden, bir iç gerilim, daha bir özelleşmiş itkilerimizin türlü türlü karşılıklı etkileriyle, toplumsal bir çevrenin basınçları, istekleriyle, defalarca karmaşıklaşıp yoğunlaşan, bir iç gerilim vardır; bu iç gerilim, sürekli olarak “denkleştirici” bir gelişme ve büyüme süreci içinde hep gevşemek, gevşeyip yeniden ayarlanmak ister. Ayarlanan gerilimlerin, basınçların, çekişmelerin bu akıcı durumu içinde birey, kendi-kendisi için bir “iş” olur; çünkü kendisidir, bir kişi olarak, kendisidir hep tehlikede olan. Kendi gelişmesiyle bağlanan kendisidir.
Nasıl ki, özelleşmiş itkilerde, genel bir yön gösteriliyor, fakat asıl erekler, her durumda, özel ve çoğu toplumca şartlandırılmış amaçlar olarak tasarlanıyorlarsa; kendi-kendini doyum itkisinde de itkinin her bireyde tutacağı yönü, tasarlanan “kendi-kendinin-ideal-görüntüsü”, Türlü yoğunluk ve tamlık derecelerinde belirler. Birey, kendisini böyle bir ideale bağlayarak kendi gerçekleşmesi için, kendi “iç-sağlamlığı” için, bir kişi olarak gerçek varlığı için, kendi-kendisinden isteklerde bulunur.
Gelişen bireyin, daha bir özelleşmiş itkilerinden birine izin vermesi, bu itkinin de yayılıp bireyin bütün eylemlerini belirleyerek herşeyi yutacak bir duruma girmesi olanaklıdır. Birey, Kendisini, özel itkilerinden biriyle aşağı yukarı bir tutup, bu itkinin amaç-nesnelerinde kendi-kendinin-ideal-görüntüsü’nün doyumunu görebilir, yani, kendi özünün gerçekleştirilmesini “güç”, “İyelik”, “duyusal doyumlar”, “estetik doyumlar”, “zihin başarıları” itkisinin doyumuyla bir tutabilir; içindeki bütün öteki olanaklar pahasına yapabilir bunu.
Fakat, özelleşmiş itkilerin, esas bir anlamda, yetersiz itkiler oldukları da açıktır. Onlar bir insan varlığının bütününün bir anlatımı değildirler. Gerçi, kişisel kendi- kendini-geliştirmede tehlikede olan, onların temsil etmedikleri şeyin apaçık göstergesidir, bütün birey.
Ama, insan gelişiminde esas olan, kendi-kendini-doyum itkisi, insanın daha çok özelleşmiş itkileri yanında sadece bir itki değildir. O, daha çok, ötekilerin hepsine işleyen, hepsinin üzerinde yegane bir kemer gibi duran, böylece, öbür itkileri karıştırarak, tamamlanmış, doğal kişi olan, kendi- kendine-etkin, “denkleştirici” bütünü, meydana getirir.
Kendi-kendini doyum itkisinin, birbirinden apayrı gerçekleşme yolları bulabileceği besbellidir, çünkü karmaşık bir türlülüğü, çeşitliliği olan özelleşmiş itkiler, türlü şekillerde, sayısız yoğunluk derecelerinde uzlaştırılabilirler; her uzlaşım özel bir bireye vergi olmak üzere. Bunun için, kendi-kendini-doyum itkisi sadece bir “fazla”, salt nicelik anlamında, “fazla” yaşama itkisi değil, yaşamın, nicelik bakımından apayrı belirimlerine yönelmiş bir itkidir. Her birey kendi-kendini-gerçekleştirmek için uğraşır. Bu uğraşmada, bu uğraşmayla-bu uğraşımın içinde zaten bulunan kendi-kendinin-ideal-görüntüsü’nün kavranmasında olduğu gibi-değerlendirmeyle ilgili bir taslak, değerler sırasıyla ilgili bir düzen çıkar açığa; bir çeşit arıtma gibi, türetilmiş bir olgu olarak değil, insanın tamamlayıcı, kendi-kendini-geliştiren varlığının temel bir anlatımı olarak çıkar. Bu böyledir, çünkü, insanın çeşitli uğraşmalarının bazı yönleri, onun varlığına ancak teğet oldukları halde, ötekiler -hele kendi-kendini-gerçekleştirme itkisi- bir kişi olarak varlığının özüne ilişkindirler.
İrdelemelerim boyunca itkilerden, insanın istençli etkinlikleri de aynı şekilde itilirlermiş gibi, Salt itkilerle gerçekten isteğe bağlı eylemler arasında ayrılık yokmuş gibi bahsettim. Bir bakıma, asıl üzerinde durulması gereken nokta budur, çünkü ancak böyle açıklayabiliriz varlığımızın esas birliğini. Vardır ayrılıklar, ama hiçbir zaman, varlığımızın dinamik çekirdeğinden bütün bütüne kopmazlar, kökten ayrılmazlar. Bunun için, önceki konuşmalar önemlerinden bir şey kaybetmeyecek, tersine, biz, kendi-kendini-gerçekleştirmenin istençli yönlerinden daha bir özellikle anlatırken açıklık, sağlamlık kazanacaklar. Salt itkilerle isteğe bağlı edimler arasındaki ayrılık, insan olarak varlığımız için esastır; çünkü ancak isteğe bağlı edimlerle, salt itkilerden ayrı edimlerle, etiksel sorumlu kişiler olabiliriz. Deney bakımından, salt itkilerle isteğe bağlı eylemler arasındaki başkalık oldukça açıktır. Bazı edimlerimizle birlikte bulunan zorlanma duygusu, öteki edimlerimizi nitelendiren özgürlük duygusundan apayrıdır. İçinde her iki duygunun da unsurları bulunan yaşantılar olduğu kolayca kabul edilebilir. İnsan yaşayışının genelakıcılığı önünde, bunun başka türlü olması tuhaf kaçardı zaten. Fakat, “elimde değil, yapmam gerek, itiyor beni, aklımı çeliyor” gibi ancak zorlanma deyimleriyle tanımlanabilen yaşantılarla; “benim niyetim, yapmağa çalışırım, kararımı verdim, aklıma koydum” gibi özgür eylemlerin deyimleriyle tanımlanan yaşantılar arasında, duyulan bir ayrılığın bulunduğu, değişmez bir gerçektir; bu ayrılığı doğuran, isteğe bağlı veya özgür eylemlerin hepsinde, eylemin kendisinin, yaşayanınmış gibi yaşanması; kişinin özellikle benimsediği ereklerin, kişinin kendi gerçekleştirmesi olarak yaşanmasıdır.
İnsan yaşayışı, mutlak zorlanmalardan, bilerek yöneltilen etkinliklerin en büyük aşamalarına kadar, dalgalı geçişler halinde sonsuz derecelenmeler gösterirse de, isteğe bağlı eylemlerimizin, hiç değilse ilkeler bakımından, ancak bütün itkilerimize bağlı olarak olanaklı olduğu, açıktır. İsteğe bağlı eylemlerimizi olanaklı kılan, esas olarak, kendi-kendimizin-farkında-oluşumuz, bağlantıları kavrayışımızdır. Hele, neden-etki bağlantılarını kavrayışımız, bütün salt itkilerimize, merkezden yöneltilmeleri, çekip çevrilmeleri için zihinsel bir temel sağlayarak onları arttırır. Bunun içindir ki, biz özgürüz, belirleyici faktörlerin hiçbirine bağlı olmamak gibi olumsuz bir anlamda değil, bağlantıları, kanunları kavrayışımıza uygun eylemlerde bulunabilmek gibi olumlu bir anlamda, özgürüz. Bizi, salt zorlanma, körü körüne uyma aşamasının üstüne çıkaran, kendi-kendinizin-farkında-oluş, bu kavrayıştır. Yani, kendi-kendini gerçekleştirme, kendi-kendini-doyum ancak özgür etmen için, kendi yazgısını, hiç değilse bir dereceye kadar düzenleyip yönetebilen, özgür bir etmen için olanaklıdır. Ancak böyle bir yaratığın, bir kişi olarak gerçek varlığı olabilir.
Fakat ancak böyle bir yaratık, yeni yeni kavrama güçleri edinerek, yeni yeni erekler tasarlayarak, hayaldeki ön yaşantıları insan varlığının gerçekleri durumuna sokarak gerçekten yaratıcı olabilir. İnsanın türeticiliğinin, zihnin ve sanat başarılarının, çağlar boyu toplumsal-siyasal ilerlemesinin etiksel gelişmesiyle yeni bir insanlık üzerine görüşlerin kökleri işte buradadır. Bunlarla, kendisiyle birlikte çevresini de değiştiren bu sürekli yaratıcılıkla, bir insan olarak tam boyutlarına yükselir.
Her bireyin, bir çevre içinde, belli davranış ve değerlendirme örneklerinin ağır bastığı bir çevre içinde büyüdüğü, kendi gelişmesi boyunca, bu örneklere uyması gerektiği, bu örneklere uyduğu, doğrudur şüphesiz. Fakat şu da doğrudur ki, bir birey, bu şartlar altında bile, ağır basan örnekleri, değerleri, ya özellikle alıp benimseyerek, ya da onlara karşı eleştirici tepkilerde bulunarak onlara karşı kendi yaşam görüşünü, yahut düşüncesini ileri sürerek kendi-kendini-gerçekleştirebilir. Bu davranışlardan her birinin ağırlığı, üstünlüğü kişiden kişiye-tek kişinin ömrü boyunca bile-büyük ölçüde değişirse de; gerçekte, bireyin tepkisi hep bu iki davranışın bir karışımıdır. Kişi vardır, yerleşmiş örneği, kendi olanaklarına uygun bulduğu için, kıvanç duyarak gönülden benimser; kişi vardır, “doğuştan” tepkisel olduğu için kendi-kendini-doyumunu, verilmiş değer örneklerinden kopmada, onları aşmada bulur. Fakat insan iki şekilde, birbirinden büsbütün ayrı, iki şekilde, tepkisel olabilir. Söz gelişi, insan, azmış duyarlıklar, yanlış yönetilmiş itkiler, bir de bozulmuş, başarısızlık duygusu yüzünden, tepkisel olabilir. Fakat, insanı yeni bir açıdan gördüğü, onun olanaklarını, gereksinimlerini, tam gelişmesi için gerekli olan şeyleri daha derinden kavrayabildiği için de, tepkisel olabilir insan. Büyük yenilikçiler, devrimciler, bu anlamda hep tepkisel olarak gelmişlerdir. Onlar, insanın kültürel gelişiminin ağır süreci boyunca hep, yol açıcılar, insanı en büyük başarılarına götüren “yöngöstericiler” olmuşlardır; bugün de böyledir bu.
Birey, toplumsal bir kümenin parçası olmakla, o kümenin değerlendirme örneğini kabul eder; bu küme örneğine ne kadar iyi uyarsa, küme örneği de o kadar, onun kendi yaşayış biçemi olur. Ancak bireyin kendi gereksinimleri, olanakları, Kavrayışları bu örnekle çatıştığı zaman gerginlikler doğar. Fakat bu gerginlikler, birey için olduğu kadar, bir bütün olarak toplumsal küme içinde, ilerleme olanaklarını gerektirirler. Bireyin bu şartlar altında büyümesinin bir belirtisi, vicdanın hafif, belirsiz değişmesidir; bu değişme de, dikkat edilsin, kendi-kendini-doyum itkisinin bir başka belirimidir.
Gerçekten de vicdan, başlangıçta, toplumca uygun görülmüş değerlerin, davranış biçemlerinin dağarcığından başka bir şey olmayıp, yine başlangıçta, bu değerler, bu davranışlar bozulduğu zaman, yalnız ceza korkusunu yansıtır. Bunun içindir ki, vicdan, başlangıçta-insan olsun, yaratıcı olsun-dış yetkinin zoruyla konuşur. Fakat biz geliştikçe, vicdanımız da, kendi kavrayışlarımızı, değer-sözleşmelerimizi, daha tam olarak yansıtır; yüklediği gerek ise, esas bakımından, kendi-kendine-yüklediği, değerle ilgili bir ödevdir, zorlayıcı bir buyruk değil. Bu “geçici bir itkenin, uzun menzilli hedef uğruna fırsatçı düzenlemenin, kendi-kendinin-ideal görüntüsüyle uygunluğun”, yöneticiliğini isteyen bir gerek’tir. Suçlu bir vicdan, henüz şiddetli acılar çekmek demektir; fakat bu acılar artık, başarısızlık duygusundan, kendi değerlerini bırakmış olmasından, ideale ulaşamamasından doğmaktadır, ceza korkusundan değil.
Şüphesiz ki, bu anlamda suç duygusu bize, bizim gerçek olanaklarımızı alabildiğine aşan bir kendi-kendisinin-görüntüsü yükletildiği zamanlar-öyle ki bu kendi-kendinin-görüntüsüne uygun yaşamaya bile yeltenemeyiz artık-böyle zamanlarda, bu suç duygusu son derece ezici olabilir; sık sık oluyor da. Bunun için, kendi-kendinin-ideal görüntüsü’nün seçilmesi, bir kişi olarak olgunlaşmamızın dizinidir; kendi sınırlarımızı iyice göz önüne alarak kendi-kendimizi-anlayışımız, daha derin kavrayışlarla, daha geniş yaşantılarla değiştiği için, kendi- kendini-geliştirme bizden, hedeflerimizi, ideallerimizi yeni kavrayışlarımıza uygun olarak değiştirmemizi ister. Gözden geçirilmiş yaşam, işte bu anlamda, gerçekten olgun yaşamdır, kendi-kendini-doyum yaşamıdır.
Burada anlaşıldığı gibi insan, kendi gerçeklerini, bir kendi-kendini geliştirme süreciyle sürekli olarak aşan; kendi olanaklarını, kendi-kendini yöneten tepkilerle, kendisinin anlayıp değiştirdiği durumlara verdiği tepkilerle gerçekleştiren bir varlık, daha doğrusu bir oluştur.
İrdelemelerim boyunca hep, insanın esas birliği üzerinde durdum; özel itkilerini de, yaşamın kendisine vergi o temel taşkınlığın sınırlı anlatımları olarak yorumlamaya çalıştım. Doğuştan, biyolojik gelişmemişliğinde, onu kendi-kendini-geliştirmeğe zorlayan gerekli şartı gördük; kendi-kendini- doyum itkisinde-kökleri, aynı gelişmemişlikle yaşamın temel taşkınlığında olan bu itkide-hepsinin üstünde bir kemer gibi durarak insanın kendi- kendini -geliştirmesine Yön veren, merkezden yönetimin şartını bulduk.
İnsanla evren arasındaki bağın son derece karmaşık olduğunu gördük; çünkü, maddesel çevresine, biyolojik soyuna bağlı olan, bunlarla şartlandırılan, yalnız gövdeleşmiş varlığı değildir; kendi-kendinin-farkında-oluş aşamasında, o, dünyayı yorumlar, varlığının dayandığı koşullardan bazısını değiştirerek kendi yorumlarına uygun eylemlerde bulunur. O, Kendi-kendine eylemde bulunan, yaratıcı bir varlık olarak, kendisine-açılmış bir durumdadır; insanı bu türlü anlayışımızla gerçeğin bir pırıltısını, bilimlerin, geleneğe bağlı varlık-biliminin dışarıdan yaklaşmalarında bize açılmayan bir parıltısını kazanmış olduk. Fakat insanın, asıl bu iç dünyasıdır-itkilerin, gerilimlerin, kavrayışların, isteklerin, yaratıcı çabaların, kendi-kendini-geliştirmenin dünyasıdır-bütün değer yaşantılarımızın, değerlendirmelerimizin çekirdeği olan; ve insanın bu iç dünyası yoluyladır ki, değerler, değerlendirmeler, gerçeğin içine girerler.
Sorunların karmaşıklıkları, değerlendirmelerin yapıldığı durumların sınırsız çeşitliliği, sonsuz akıcılığı düşünülürse, “Değer Teorisi”nde, düşünce birliğinden çok, düşünce ayrılığının bulunması, daha yüksek bir tamlık yahut güvenilirlik derecesinin şimdiye dek başarılmış olmaması, insanı şaşırtmaz sanırım. Fakat bu konuda yazılan kitaplar dikkatle okunursa, bazı yönsemelerin belirdiği görülür. Bir kere, değer sorunlarına yaklaşma yolu, gittikçe daha çok deneye dayanıyor; sonra, değer teorisi gittikçe daha çok ‘insan -merkezli’ Oluyor. Ben burada, bu geniş yönsemeleri kabul edecek, onların çerçevesi içinde, bundan önceki irdelemelerimde ileri sürülen insanın içeriğini zihnimden çıkarmadan, değer-yaşantısının, değerlendirmenin bazı önemli sorunlarıyla işe girişeceğim.
Fakat değer sorunlarına deneme yoluyla yaklaşma, dar anlamda deneyci, indirmeci yaklaşma yoluyla karıştırılmamalıdır. Değerler, değer -dışı deyimlerle anlatılamaz, onlarla uzlaştırılamazlar. Değerleri, değer -dışı deyimlere indirgemeğe yeltenmek, G.G.Moore’un “naturalistlik yanılgı” dediği yanılgıya götürür. Bu indirgemeci olmayan bir anlamda, insan yaşayışında, değer olgularıyla karşılaşılmaktadır şüphesiz değer yargılarımızın kökleriyle dalları işte burada, deneyüstü bir dünyada değil, burada bulunmalıdır. Evet, sadece duyulan-değer yaşantılarımız olduğu içindir ki, değerlendirmelerimizin anlamı, değer yargılarının tanımlanabilir içeriği vardır. Değer teorisi, bundan dolayı-benim anladığıma göre- duyulan -değer yaşantılarımızı aydınlatıp yorumlama; böylece, değer yargıları için denemeye, zihne dayanan bir temel sağlama çabasından başka birşey değildir. Bu başarılır mı, başarılamaz mı, ileride görülecek.
Değer yaşantımızın belki en açık olgusu, şüphesiz hepimizin bildiğimiz, duyulan bir hoşlukla, duyulan bir nahoşluk arasındaki ayrılıktır. Bu ayrılık, insan yaşayışının bir olgusu olarak, bütün değerlerimiz için esastır. Fakat ben değeri, hoşlanmayla, değersizliği hoşlanmamayla bir tutmak istemiyorum; denemeye dayanan durum bundan çok daha karmaşıktır. Benim demek istediğim, olumlu tonuyla nitelendirildiğidir. Fakat bu bile, duyulan-değer yaşantılarımızın içeriğinin elverişli bir tanımı değildir; çünkü-olumlu veya olumsuz-bu türlü yaşantıların her biri, duygu tonuyla ayrılmaz bir halde bulunan, örtülü bir tavrı gerektirir ki, bu tavır, denemeye dayanan “durum”a, o “durum”u doğuran herhangi bir nesneye, yahut olaya karşı veya ondan yanadır. Çözümlemelerimizde, biz, yerine göre, ya duygu tonunun, ya da örtülü tavrın üzerinde dururuz. Fakat deneme bakımından, duygu tonuyla örtülü tavır-duyulan araçsızlıklarında-hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmazlar. Onlar, bölünmez bir tepkinin görülebilir yönleri, bu tepkiyi bir duyulan-değer yaşantısı olarak nitelendirilen yönleridirler.
Örtülü ön-tavır, daima doyuma bağlı bir duygu tonuyla örülü olup, ilgili yaşantıyı beğenişin, onu alıkoyma yahut ona dönme arzusunun, araçsız duyulan eş-değeridir. Buna karşılık, örtülü karşı-tavır, acıya bağlı duygu tonuyla aynı şekilde örülü olarak, söz konusu olan yaşantıyı beğenmeyişin, onu geri çevirme, ortadan kaldırma arzusunun, araçsız duyulan eş-değeridir. Öyle bir akıcılığı vardır ki insan yaşayışının, örtülü tavır, her iki halde de hemen, duyulan “duruma” ve bu duyulan “durumu “doğuran nesneye, olaya yahut şarta yönelir.
Duyulan-değer yaşantıları boşlukta meydana gelemeyeceği için, örtülü tavrın bu ikili yönü olanaklıdır. Bu yaşantıları doğuran hep, özel bir özne’nin tepkide bulunduğu belli bir nesne, bir olay, yahut bir koşuldur. Ve her seferine, nitelikleri, değeri yaşayan özne’ye olduğu kadar, tepkiyi uyandıran nesneye, olaya yahut şarta da bağlıdır. Kısaca, bütün duruma, içinde özne’nin tepkisinin uyandırıldığı genel duruma bağlıdır.
Fakat örtülü tavırlar, bu iki yönlerine uygun olarak ikili bir rol da oynarlar. Yaşanan “duruma” olan bağıntılarında, değer seçimlerinin temelidirler, çünkü bütün seçim yargıları, eninde sonunda, hep duyulan-değer yaşantılarında son bulurlar. “Durumlara” yol açan nesnelere, olaylara yahut koşullara olan bağıntılarında ise, örtülü tavırlar, değer-vermelerimize temellik ederler. Bu demektir ki, duyulan-değer yaşantıları, yalnız onlar, bütün değer dünyamız için, bütün değerlendirmelerimiz için, en güvenilir barınaktır; yalnız duyulan-değerler, türetilmemiş, sonuncu, bundan dolayı da, gerçek değerlerdir; nesnelerin, olayların, koşulların, bir duyulan-değer yaşantısına yol açtıkları ölçüde, yahut böyle bir yaşantıya yol açan nesnelere, olaylara, yardım ettikleri ölçüde, değerleri vardır. Kendilerinde önceden bulunan, yahut içeriklerinin parçası olan, bir nitelik, “değer” gibi bir nitelik yoktur onlarda. Ve duyulan-değer yaşantısından kopmuş bir değerler dünyasından, değerlerin, bu yaşantıya sonrasızca ilgisiz kalarak varoldukları bir değerler dünyasından söz açamayız. Scheler’le Hartmann’da olduğu gibi, böyle bir “dünyayı” var saymak, salt bir tözelleştirme olup olgularla doğrulanamaz.
Biz burada, denemeye dayanan yaklaşma yolumuzu sımsıkı sarılacak, ilkin, değer yaşantılarının kendileriyle, sonra da, bu yaşantılara yol açan nesnelere, olaylara yönelttiğimiz değer-vermelerle ilgileneceğiz.
Öyleyse ilkin, duyulan-değer yaşantılarımızı, onların niteliklerini, görevlerini, sıralanmalarını irdeleyelim.
Burada anlatılmak istenen yaşantılara, duyulan bir hoşlukla, duyulan nahoşluk arasındaki ayrımın örnek olarak gösterilebileceğini daha önce belirtmiş, bu türlü yaşantıların, kendilerine vergi bir karmaşıklıkları olup birbirinden ayrılmayan bir duygu tonuyla, örtülü bir tavrı gerektirdiklerini göstermeğe çalışmıştım. Fakat, genel anlamda duyulan-değerleri, duyulan hoşlanmalarla; bir tutmak olanaklı değildir-hoşlanmalar, şüphesiz duyulan-değerler, hoşlanmalar da şüphesiz duyulan-değersizlikler oldukları halde. Duyulan-değerlerin tek örneğine indirilecek kadar yalınkat değildir insan yaşayışı. Şüphesiz ki, duyularımıza bağlı hoşlanmalar da vardır: İyi organize olarak pişirilmiş bir yemeğin o hoş tadı, Nergis’in o hoş kokusu, bir renk biçiminin verdiği, duyulara bağlı doyumlar, gibi.
Bunlar yalınkat hoşlanmalardır. Fakat arzularımızın da doyumları vardır-hepimizin bildiğimiz yaşantılar, başlangıçtaki bir arzuyu, bir isteği, çoğu da ortadan kaldırılması gereken bir değersizlik yaşantısını, sonuncu bir değer yaşantısının takip ettiği yaşantılardır bunlar. Bundan başka, sağlıkça iyi olma, gövdece sağlam, canlı, güçlü olma duygusu vardır, ki bu da bir değer olarak duyulur. Fakat ne yalınkat bir hoşlanma, ne de duyulan arzu doyumudur bu; çünkü biz, duyulara bağlı yalınkat hoşlanmaları duymadan, arzu doyumunu yaşamadan da, sağlıkça iyi olmayı, duyulan-değer olarak yaşayabiliriz. Sonra, toplumca yaşamadaki duyulan-değer, bir topluluk içinde iken topluluğu “yadırgamama” duygusu, kabul edilme, güven altında olma, sevilme duygusu vardır; bu yaşantının, bir değer olarak şiddetle duyulduğu halde, bedence iyi olmadaki duyulan-değerle bile pek az ilgisi vardır. Bunu, bir değer olarak, bezgin, bıkkın, bitkin olduğumuz zamanlar, son derece şiddetli duyabiliriz. Fakat bütün toplumsal değerlendirmelerimizin kökleri, toplumca yaşamadaki bu duyulan-değerdir. Toplumsal varlığımızda merkez olgudur o. Onun ötesinde, estetik duyarlığımızın zevkleri, ruhun doyumları, vardır; sonra bütün kurucu etkinliklerde bulunan duyulan-değerler: Yaratma sevinci, Yaratıcı yaşayıştaki tad, Şaşkınlık gibi. Fakat hepsinin üstünde kendi-kendini-doyumda, mutlulukta, “bütün anlayışı aşan erinç”de duyulan-değer vardır, ki bunun yanında yalınkat zevklerimiz pek önemsiz kalırlar.
Fakat, bizim değer yaşantımızın öyle bir karmaşıklığı vardır ki, duyulan-değerlerin türlü aşamaları birbiri içine girmiştir; ve belli şartlar altında, duyu aşamasında iken küçük bir olay olan bir yaşantı, başka koşullar altında öylesine önemli olur, bir değer olarak öylesine duyulur ki, bütün varlığımızı etkisi altında bırakır.
Yalınkat hoşlanmalar, arzu doyumları, sağlıkça iyi olma duyguları, toplumca yaşayıştaki duyulan değerler, estetik zevkler, ruhun doyumları, yaratma sevinci, derin kendi-kendini-doyum duygusu-bunlar, değer yaşantımızdaki görülür ayrılıkları belirtmekle kalmaz, duyulan değerler sırasında, bizim, kişiler olarak, yaşayan, büyüyen insanlar olarak, yaşantıya varlıkça karışmamızın derecesiyle gösterilen sırayı da gösterirler; çünkü, yaratıcı yaşayışın sevinçleri, doyum duygusu, insan olarak varlığımızın asıl özüne bağlı oldukları halde, duyularımızın hazları, varlığımızın bütünü için geçici doyumlar, yüzde kalan doyumlardır.
Ancak duyulan-değerler sırasında götürecek olan bu ipucu üzerinde biraz daha durmak gerekir; çünkü, duyulan-değer yaşantılarının çeşitliliği, aralarındaki sayısız, ince ayrımlar, yoğunlukça değişmeleri, oluş halindeki insan varlığının dinamiğiyle birlikte bütün yalınkat çözüm yollarına karşı savaşan faktörlerdir. Bundan başka, benzer durumlardaki kişilerin duyulan-değer yaşantıları da bir değildir. Doğuştan kazanılan özellikler, toplumca şartlandırılma, kişisel kendi-kendini-geliştirme, kişiden kişiye geçkin yaşa, ölüme geçip daireyi bütünlerken, duyulan-değer yaşantılarında büyük değişikliklerle karşılaşır. Öyle de olsa, bizi duyulan-değerler sırasına götürecek olan, elimizdeki tek ipucu önemlidir henüz. Fakat onu, biraz daha aydınlatmamız gerek. Aynı kişi bile, bebeklikten çocukluğa, delikanlılığa, olgunluğa, değiştiği gibi, şüphesiz, her kişinin değer-tepkilerini de etkiler.
Dikkat edilecek ilk nokta şudur: Biz, duyulan-değer yaşantılarımızda, tasarımsal nesnelere, olaylara, durumlara, gerçeklerinden daha az tepkide bulunuruz; ve önden -almalı yaşantılarımız, önden-alma olarak, kendilerinde, gerçekleşen ereklerdeki duyulan-değer niteliği bulundurabilirler.
İkinci nokta ise şudur: Duyulan-değer yaşantıları, kendiliklerinden, ancak eksik, parçalı bir sıra gösterirler; onların, değer yargılarıyla, kökleri, duyulan değerlerin türlü karşılıklı-ilgilerinde olduğu için, duyulan-değerlerin araçsız yaşantısını aydınlatan, aşan değer yargılarıyla bütünlemeleri gerekir.
Duyulan-değerlerin, denemeye dayanan temeli olmazsa, değer yargıları kurulamaz. Fakat, değer yargılarımız, yaşantının araçsızlıklarını aşmazsa, nesnel önemi olan bir yorumlama, duyulan-değer yaşantılarının yorumlanması da yapılamaz. Kant’ı yorumlayarak diyebiliriz ki: duyulan-değer yaşantıları olmayan değer yargıları boştur; değer yargıları olmayan, duyulan-değer yaşantıları ise, özneldir, bellisizdir. Fakat, bilginin, içeriğinde olduğu gibi, değer-yaşantısının da öyle bir içeriği vardır ki, yaşantının araçsızlıklarından, nesnel bakımından önemli yargılara geçiş, kesintisiz olup görülemez, duyulamaz. Sonuncu yargılar, değerle ilgili duygularımızı doğrudan doğruya dile getirerek hep akıcı bağlar kurarlar.
Duyulan, özel bir değeri, soyut bir ayırmayla değil de, zamandaki bir olay, belirlenebilir bir olay olarak, belli bir bireyin karmaşık yaşantı selinin örgüsü içinde incelersek, yani geçmişten doğru aktığı halde, geleceği önden alan duyulan-değerlerin nicesini içine aldığı gibi, bilgi ve istenç unsurlarını da içine alan bir yaşantı selinin örgüsü içinde incelersek, gerçek ve önden-almalı duyulan-değer yaşantılarının, değer yargıları için yargıları için hangi anlamda temel oldukları aydınlanır, sanırım.
Diyelim ki, inceleyeceğimiz bu duyulan-değer yaşantısı, bir böreğin hoşa giden tadıdır. Şimdi, Yaşantının kendisi karmaşıktır; çünkü tad, yalnız böreğin tadı olarak değil, hoşa gitme olarak ta yaşandı. Yaşantının bu iki yönünü, birbiriyle içten ilgili oldukları halde, çözümleme amaçları için birbirinden ayırdetmek gerekir. Söz gelişi, böreğin o kendine vergi tadını hoş değil de nahoş bulan kimseler olabilir pekâlâ. Fakat biz başlangıçta dediğimiz gibi, böreğin tadı hoştur, diyerek ilerleyelim. O zaman, duyu seviyesindeki bir duyulan değer yaşantısıyla ilgilenmiş oluruz.
Fakat böreği yerken, hoşa giden tadla birlikte, arzumuzun doyumunu, yahut dindirilmesini yaşarız; böreğin tadını hoş bulmayan bir kimse bile yaşar bu doyumu. Ama önemli bir ayrılık vardır. Böreğin tadını hoş bulan, böreğin yenmesiyle arzusu dindirilen kimse, duyulan-değerlerin bir uyumunu, “börek yeme”yaşantısındaki toptan duyulan-değer niteliğini artıran bir ahengi yaşar. Boğazına düşkün bir kimsenin duyduğu doyumları duyabilir. Fakat böreğin tadını hoş bulmayan kimse, böreğin yenmesi, açlığını giderip kendisine bir arzunun doyumundan ileri gelen duyulan-değer yaşantısını verdiği halde, duyulan-değerlerinde bir uyumsuzluk, “börek yemedeki” toptan duyulan-değer niteliğini azaltan bir uyumsuzluk yaşar. Boğazına düşkün bir kimsenin duyduğu doyumları duyamaz bu durumda. Burada örnekle gösterilen olgu-yani, duyulan-değerlerimizin iç uyumunu; uyumsuzluklarını doğuran duyulan-değer yaşantısından daha büyük bir duyulan-değer yaşantısının doğurduğu olgusu, nesnel olarak önemli değer yargılarını olanaklı kılan denetsel temelin bir parçasıdır, hiç değilse.
Fakat biz şimdi diyelim ki, böreğin tadını hoş bulan kimsenin mide ülseriyle başı derttedir. Geçmişteki yaşantılarından anımsayarak bilir ki, börek yemenin ardından şiddetli sancılarla birlikte bir değersizlik yaşantısı gelir. Bu duyulan-değersizlik yaşantısının önden-yaşanan şiddeti yüzünden tadı hoşuna gideceği halde, börek yemekten vazgeçer. Önden-yaşanan bir değersizlik yaşantısı, böylece, daha araçsız bir olumlu değer-yaşantılarının belli bir ânı aşan, aştığı için de, duyulan-değer yaşantılarının karşılaştırılmasını olanaklı kılan yaşantı örgüsü, nesnel önemli değer yargılarını olanaklı kılan o deneysel temelin başka bir parçasını sağlar.
Bütün duyulan-değer yaşantılarını, kendi-kendini-geliştiren insanın iç dinamiğinin tamamlayıcıları olarak gözönüne alırsak, nesnel önemi olan değer yargılarının deneysel temeli daha bir aydınlanmış olur.
“Denkleştirici”, kendi-kendini-geliştiren insanın dinamik çekirdeğini kuran temel itkilerden konuşurken, doğuştan var olan olanakların, itkilerin, ereklerin, yönlerin sözünü etmiş, fakat duyulan-değer yaşantılarını anmaktan kaçınmıştım. Şimdi bu eksiği giderip itkilerle, duyulan-değer yaşantılarını, yanyanalık içinde; insan varlığının olgularını incelediğimiz her yerde karşılaşılan bir yanyanalık içinde gözden geçireceğim.
Bütün temel itkilerimiz yönlüdürler. Çeşitlenmiş fakat, başlangıçta, iyice belirlenmeyen ereklere yönelmiş itkilerdir onlar. Her itki, bütün bir sıraya, benzer ve değiştirilebilir. İtkilerimizin erekleri, ancak biz onları erek olarak kabul ettiğimiz zaman, bizim ereklerimiz olurlar. Fakat özel ereklerin seçilmesi-bu ister bilinçaltında ve “körü körüne”, yahut düşünerek, bile bile olsun (ki çoğu zaman durum budur), her iki şeklin, türlü derecelenmeleri halinde olsun-özel ereklerin seçilmesi, gerçek ve önden-almalı duyulan-değer yaşantılarına başvurmadan yapılamaz; çünkü seçme, bir tercihi dile getirmektir; tercih ise, değer ayrılıklarını varsayar. Nesnelerin, olayların, “durumların”, koşulların, kendiliklerinden değerleri yoktur, bunun içindir ki-ya doğrudan doğruya, ya dolayısıyla-duyulan-değerlere bağlanmadıkça tercih edilemezler.
Sanılmasın ki, ereklerin duyulan-değerlere olan bu bağıntısı tam bir özellik demektir. Ancak, yaşantımız hep şimdiki, içinde bulunduğumuz geçici zamana bağlı kalsaydı; duyulan-değer yaşantısında ne zihin ne de önden- almalı tasarımlar rol oynasaydı, o zaman bu bağıntıdan, tam bir öznellik anlaşılırdı.
Evet, belli çözümleme amaçları için, her değer yaşantısını ayrı, kendi-kendine yeten bir olay olarak düşünebiliriz, şüphesiz. Onun “verilmiş”, sonuncu yaşantı olarak önemi de buradadır zaten. Fakat duyulan-değer yaşantıları da, itkilerimizin amaçlı örgüsü içinde görevde bulunurlar; ve bunun içindir ki, ayrılmış olaylar değildirler. Ereklerimizin seçilmesinde vazgeçilmez faktörlerdir onlar; bir erek seçildi mi, eylemlerimizin o ereğe doğru yönetilmesine yardım ederler. İlke olarak, bizi ereğimize yaklaştıran her adım, yalnız bunun için, duyulan-değer yaşantısıyla belirtilir: tersine, erekten uzaklaştıran her adım, karşılaşılan her engel, yahut önleyici, duyulan-değersizlik yaşantısıyla belirtilir. Böylece duyulan-değersizlik çatallaşması, eylem için rehberlik eder. Daha önce bildirilen ilkeye göre yapar bunu; yani, duyulan -değerlerdeki iç uyumun yaşanması, aslında, olumlu duyulan-değerlerimizin artırılması olduğu halde, herhangi bir uyumsuzluk, yaşantımızdaki duyulan-değerlerin bütünlüğünü azaltır.
Gerçek yaşayışta, şüphelerin, karışıklıkların bu bağlantıdan, değerle-belirtilen eylemlerin, değerle-belirtilen ereklere olan bu bağlantısından doğması şaşırtmasın bizi. İnsan yaşayışının karmaşıklıkları, akıcılığı, göz önüne getirilirse, bunun başka türlü olmasının tuhaf kaçacağı görülüverir. Söz gelişi, belli bir ereğe doğru atılan her adımın, bize ereği unutturacak derinlikte bir duyulan-değer yaşantısına yol açması, pekâlâ olanaklıdır; yahut, öyle büyük bir duyulan-değersizlik yaşantısına yol açar ki, bu yüzden biz, çekilen sıkıntıya değmez diye, erekten vazgeçeriz. Sonra, ereğe götürecek adımlara karşı şüpheli bir tavır takınabiliriz, ve bu kararsızlık, duyulan-değer yaşantılarımızda yansılanabilir. Yahut ereğin kendisi, inatla kovalandığı halde, duyarlığımızdaki bir bozulmayı gerektirebilir; öyle ki biz, doğal olarak değersizlik yaşantılarının beklendiği yerde, olumlu değerler yaşayabiliriz. Burada pek çok şey toplumsal koşullandırılmaya bağlıdır.
Ardına düştüğümüz erekleri, geniş bir anlamda belirleyen özel itkiler, üzerlerinde bir kemer gibi yükselen, kendi-kendini-doyum itkisini de içine alırlar; ve bu itkiyle duyulan-değer yaşantılarımız arasında çözülmez bağlar vardır-duyulan -değer yaşantılarının, seçilip gerçekleşmesine yardım ettikleri amaçlarla, ereklerle birlikte, bütün yaşam sürecinin, düzeninin yaratılmasına yardım ettikleri yaşam sürecinin esaslı bir kısmını meydana getirdiğini söylemenin başka bir yoludur bu; ve bu duyulan-değer yaşantılarına dayanan değerlendirmenin kendisi, insan yaşamının, bir kısmını meydana getirir.
Herkes kabul eder ki, bu yorumlama, kendisinin, ilk ve son defa “verilmiş” bir şey olarak, mutlak yahut en yüksek değeri taşıdığını ileri sürmüyor. O da düzeltilmek zorundadır-yaşamın kendisi gibi; çünkü, burada düşünüldüğü gibi bütün değerlendirmelerin temeli, kişiye bağlı duyulan-değer yaşantısı-geçmişi, şimdiyi, geleceği içine alan, dinamik bir akıcılık, merkezi kendinde olan bir süreklilik halindeki kişiye bağlı duyulan-değer yaşantısıdır. Bütün değer yargılarımızın deneysel temelini sağlayan, bu “denkleştirici” süreç, duyulan -değer yaşantıları arasındaki bu sürekli etkileşmedir, amaçlar, erekler, araçlardır. Değerlendirmeleri, bu türlü yaşantılardan uzak, baştanaşağı kayıtsız bir etmen (özne) olarak durumlar yaratan bir canlı varlık, düşünülebilir, ama var olamaz.
Fakat, hiçbir duyulan-değer yaşantısı, ayrı meydana gelemeyeceği gibi, hiçbir insan da boşlukta var olamaz. Biz daima fiziko-biyolojik, sosyo-kültürel bir çevreye bağlı olup, bu çevreyle etkileşiriz; ve duyulan-değer yaşantılarımızı, her zaman değilse bile, çoğu, yöremiz uyarır, yöremiz koşullandırır. Fakat, bu demektir ki, o yaşantılara dayanan değerlendirmelerimiz, kendi toplumumuzun kültür biçimine özgü değer ölçülerinin, doğa süreçlerini kavrayışımızın, kendi kendimizi, gereksinimlerimizi, bağlarımızı anlayışımızın da etkisi altında kalır.
Kültür biçimi, ister ilkel bir toplumun, ister kendi bilim çağımızın olsun, geçmişteki, şimdiki benzerlerimizin değer-tepkilerini, değerlendirmelerini bizim için-ya gelenek halinde, ya edebiyat ve sanatla, ya da örnekle-elverişli bir duruma getirir; böylece, kendi değer yargılarımızı, daha geniş görünümlerin ışığında görmemizi, gerekirse, onları düzeltmemizi olanaklı kılar.
Biz, gelişmemişlik durumunda iken, bireyler olarak, ırk olarak, toplumumuzun kültür biçimindeki değerlendirmeleri sorgusuz sualsiz kabul etmeğe istekli görünürüz. Fakat, toplumca kabul edilmiş değerlendirmelerle, kendi duyulan-değerleri arasındaki bir çatışmayı, ömründe bir defacık olsun duymamış bir insan yaşamış mıdır, acaba? Bu türlü çatışmalardan doğan gerilimler, toplumca koşullandırılmış değerlendirmelerle bireysel duyulan değerler arasındaki etkileşmeler, kültürdeki değişmeleri doğuran dinamiğin, iç eytişimselliğin bir kısmını meydana getirirler. Duyulan -değer yaşantılarına dayanan değerlendirmeler, içinde yaşadığımız dünyanın daha iyi anlaşılmasıyla; olgun, kendi-kendinden sorumlu kişiler olarak, varlığımızın, gereksinmelerimizin, gereklerimizin daha derinden kavranmasıyla aydınlandığı zaman, bu değişmeler, ilerleme demektir-yaşam için gittikçe daha gerekli olan koşulları, en aydınlanmış değerlendirmelerimizle, insanın kendisiyle ilgili en yüksek düşüncelerimizle uyumlu olarak doğurma anlamında, ilerleme demektir.
Belli bir andaki değerlendirme, sadece, o andaki duyulan-değer yaşantısına bağlı olsaydı, tam bir öznellikten kaçınılmazdı. Fakat değerlendirmeler, şimdi gördüğümüz gibi, hatırlanan yaşantılara, önden-almalı yaşantılara da bağlı olup paylaşılan yaşantıların, daha derin kavrayışların ışığında düzeltilebilirler. Onlar, insanın yaşam örgüsünün bir parçası, bir bölümü olup, bu örgü içinde bulurlar nesnel geçerliklerini. İnsanın kendisi, itkileriyle erekleri, hele kendi-kendini doyum itkisi, ancak insanı, duyulan -değer yaşantılarının, nesnel olarak temellendirilen değerlendirmelerin dinamik örgüsü içinde gördüğümüz zaman anlaşılabilir. Sadece bir bilici, bir yapıcı değildir o: Bilgisinin yardımıyla, eylemlerinin çerçevesi içinde, değerlendiren bir kişi; en yüksek değerlendirmeleriyle, kendi duyulan-değer yaşantıları olmadan var olamayan, değerlendirmeleriyle uğraşmada kendi doyumunu bulan bir kişidir o, aynı zamanda.
Değerlendirmeler
Şu ana kadar yalnız, duyulan-değer yaşantımızın kendi özel yönleriyle ilgilendik. Şimdi, bu yaşantıların, çevremizdeki dünyanın olgularıyla, koşullarıyla olan bağlantısını daha bir özellikle görmemiz gerekir. Fakat buna başlamadan önce, bu noktaya kadar bulduklarımızı kısaca özetlemek iyi olur.
Şöyle özetlersek:
Duyulan-değer yaşantılarının var olduğunu; bu yaşantıların, bölünmez ve özel olsalar da, kendilerinde, ayrılmaz bir birleşme halinde (doyuma veya acıya bağlı) bir duygu tonunu, (duruma göre lehte veya aleyhte) örtülü bir tavrı bulundurmaları bakımından, bu yaşantıların aynı zamanda karmaşık olduklarını, bütün değerlendirmelerde yalnız bu türlü yaşantıların sonucu olduklarını; zihinden, önden-almadan dolayı, değer yaşantısında hep, araçsız şimdiki zamanın gerçekten duyulan-değerine bağlı kalmadığımızı; hatırlamanın, önden-almanın, asıl yaşantıyla birleşerek duyulan-değer yaşantıları arasında hiç değilse bir karşılaştırma yolunu olanaklı kıldıklarını; duyulan-değer yaşantılarımızdaki iç uyumun kendisinin bir değer olarak yaşanabileceğini, uyumsuzluğunsa değersizlik olarak duyulabileceğini gördük. Yine gördük ki, duyu yaşantısının yalınkat duyulan-değere kadar, türlü aşamaları vardır duyulan-değer yaşantılarının; gördük ki, bu aşamalar, duyulan-değerler arasındaki bir sırayı göstermekte; bu sırayı ise, bu yaşantılarda, kendi-kendine-eyleyen, kendi-kendini-geliştiren kişiler olarak “çağrıldığımızı” yahut “tehlikede olduğumuzu” duyduğumuz derece, belirlemektedir; gördük ki, bu duyulan sıra-parça parça, akıcı, belirsiz olabilirse de- bu sıra, değer yargılarımızı olanaklı kılan deneysel temelin de bir kısmıdır.
Şimdi insan aşamasında, hiçbir yaşantının boşlukta meydana gelmediğini; değer yaşantılarımızda hep, nesnelerin, olayların, durumların-bunlar ister gerçek, ister tasarımsal, ister her ikisinin karışımı olsun-meydana getirdiği bir dünyaya tepkiler verdiğimizi; duyulan-değer yaşantımızın, duygu durumumuzu, onu doğuran nesneyi, olayı, yahut durumu da içine aldığını görmemiz gerekir.
Duyulan-değer yaşantısının doyum (yahut acı) tonu, yaşantının özne yanına bağlıdır şüphesiz. O, tepkiyi uyaran nesnenin, yahut olayın parçası değildir. Fakat örtülü tavır, duygu durumunu aşarak, zihinsel durumumuzla birlikte nesneyi, olayı, yahut durumu da içine alır. Duygu tonu doyumla ilgili olup örtülü tavır da bir ön-tavırsa, düzenimiz, yönsememiz, yalnız deneysel durumumuzu değil, onu meydana getiren nesneyi, olayı, yahut durumu da alıkoymağa, ona dönmeğe, yahut onu yeniden yaratmağa doğrudur. Duygu tonu acıyla ilgili olup, örtülü tavır da bir karşı-tavırsa, düzenimiz, yönsememiz; yaşantıyı geri çevirmeğe, ortadan kaldırmağa, yaşantıyı uyaran nesneden, olaydan, yahut durumdan uzaklaşmağa, yok etmeğe doğrudur.
Olgular açıktır sanırım. Biz, değer yaşantısının özne yanıyla ilgilendikçe, duygu tonu, kendisi hep örtülü bir tavırla ayrılmasıyla birleşik olsa bile, merkezi olarak kalır. Ama, aynı yaşantının nesne yanını incelediğimiz zaman, örtülü tavır, duygu tonundan, çabalama düzeniyle bizim tavrımızdan ayrılamadığı halde, duruma göre bir beğenme yahut beğenmeme yargısında açığa çıkar. Fakat üstün olarak duyulan, yahut, duygulu yaşantıdan, açık yargılarla merkezlenen bir yaşantıya geçiş, farklılaşmanın nice derecelerinden biridir. Onu olanaklı kılan, birliğini koruyan, tavra bağlı, yahut çabalama unsurunun-bir uçta salt duygu tonuyla karışıp birleşen, öbür uçta ise, değer yargılarında en yüksek noktasına varan unsurun dayanıklılığıdır. Duygucularla nesnelciler, yalnız yarım-gerçeklerle uğraştıklarını unutarak, insan yaşayışında kendi yerlerini haklı çıkaracak ne bulurlarsa hep bu uçlardan ileri sürerler.
Duyulan-değer yaşantılarımızda, tepkiler verdiğimiz nesneler, olaylar yahut durumlar, kendi başlarına yahut kendiliklerinden değerli değildirler. Yeşil, dörtköşeli, zamanda-olma gibi niteliklerin yanısıra “değer” diye bir nitelikleri yoktur onların. Kendi başına var olup insan yaşayışına bağlı olmayan bir değerler dünyasına, bir bakıma “katıldıkları” için de değerli değildirler. Tersine, nesnelerin, olayların, durumların, nice değerleri (yahut değersizlikleri) varsa, biz veririz onlara; ya doğrudan doğruya, araçsız bir duyulan-değer yaşantısıyla yahut daha bir düşünceliyken-geçmişin yaşantılarını hatırlayarak, geleceği önden-alarak, söz konusu nesneleri, olayları, durumları böylece daha bir geniş deneysel örgüler içinde, temel itkilerimize, ideallerimize bağlı bir halde görerek-açık değer yargılarıyla, bu değerleri (yahut değersizlikleri) biz veririz onlara. Ama her iki durumda da, nesnelere, olaylara, durumlara değer yahut değersizlik vermemiz, duyulan-değer yaşantısındaki örtülü tavrın bir ifadesidir-yani beğenişimizin, yahut beğenmeyişimizin bir ifadesidir, demenin başka bir yoludur bu.
Fakat ancak yargı aşamasındadır ki, biz duyulan -değer tepkilerinin araçsızlıklarını aşar, beğenmeyle beğenmemenin sözünü gerçekten edebiliriz; ve yalnız burada başarılabilir değer-vermedeki nesnellik. Bunun böyle olması, yargı aşamasında, bilgi unsurlarının duygu tonlarına üstün gelmesi, hatta, beğenmeyle beğenmemenin ön-koşulları olmasıdır. Örgütlerde bağlantıları kavrayışımız, salt duygu tepkimeleri için bir düzelteç sağlar bize.
Yine yargı aşamasındadır ki; bizde duyulan-değer yaşantıları uyarmayan, kendilerini ne beğendiğimiz, ne de beğenmediğimiz nesnelere, olaylara, durumlara değer (yahut değersizlik) veririz. Doğrudan doğruya beğendiğimiz (yahut beğenmediğimiz) nesnelerin, olayların, durumların varlığına, saklanmalarına, tekrarına yardım ettikleri için; yahut, doğrudan doğruya beğenmediğimiz (yahut beğendiğimiz) nesnelerin, olayların, durumların varlığına, saklanmalarına, tekrarına karıştıkları, yahut olanaksız kıldıkları için değer (yahut değersizlik) veririz onlara. Yani, onlara, bir ereğe araç oldukları için değer (yahut değersizlik) veririz.
Bu türlü “araç değerler” vermenin vazgeçilmez ön-şartı, ereğin kendisinin ya beğenilmesi, ya da beğenilmemesidir. A gibi belli bir olayın, B gibi bir nesnenin varolmasına (yahut varolmamasına) sadece yardım etmesi, A’yı değerli kılmaya yetmez. Ancak biz B’yi önceden değerlendirdiğimiz içindir ki, söylenen şartlar altında A’ya değer (yahut değersizlik) veririz. Biz A’yı doğrudan-doğruya bir duyulan-değer yaşantısı uyaran niteliklerden dolayı değil,-araçlık edenin kendisi de beğenildiği zamanlar bu da oluyor gerçi- bu niteliklerden dolayı değil, beğenilen bir ereğe araç olarak onu etkili kılan niteliklerden dolayı değerlendiririz. Fakat bir noktayı iyice aydınlatmamız gerek. “Araç-değer” diye bir nitelik yoktur nesnelerde. Yalnız, bizim değer vermemiz vardır; bir de, belli nesneleri, olayları, durumları, beğenilen ereklere sırf araçlık, yardımcılık ettikleri için değerlendirmemizle; ötekilere, beğenilen (yahut beğenilmeyen) ereklerle araçlık bağlantılarından dolayı değersizlik yüklememiz vardır.
Yargı aşamasında, beğenmenin (yahut beğenmemenin) ön şartı olan bilme söz konusu nesnelerde, olaylarda yahut durumlarda bulunan “değer” (yahut değersizlik) gibi bir niteliği bilme değil, özbeöz olgu niteliklerini bilmedir; bu niteliklerin yardımıyladır ki, o nesneler, olaylar, yahut durumlar, duyulan-değer tepkileri uyarırlar; yahut, bu niteliklerin yardımıyladır ki, onlar, temel itkilerimizin, geçmiş yaşantıların, bilginin, önden-almalı tasarımların örgüsü içinde görüldüklerinde, beğenilir (yahut beğenilmezler). Yani, bu bilme, daima, yalnız olgu sorunlarıyla ilgili bir bilmedir. Değer-verme hep çabalı bir edim olarak kalır.
Bilme, değer-verme için bir temel sağlar; beğenme (yahut beğenmeme) bu değer-vermenin kendisidir. “Değer yargıları” denen, belli olguların beğenilmesini (yahut beğenilmemesini) dile getiren yargılar, bundan dolayı, katkısız bilme yargıları tehlikedeyken, kesin olarak kabul edilebilecek gerçek ölçülerine baplı değildirler. Beğenme (yahut beğenmeme) yalnız bilme olgularıyla değil, duyulan-değer tepkilerimizle de şartlandırılır, ne de olsa; pek olanaklıdır ki, belli bir durumda iki kişi olgular üzerinde anlaşıp değer-verme üzerinde hiç anlaşamasın, yahut, beğenme bakımından anlaşıp olgu üzerinde hiç anlaşamasın, yahut, beğenme bakımından anlaşıp olgu üzerinde anlaşamasın. Bunun içindir ki, “değer yargıları” belirsiz, çapraşık bir rol oynarlar yaşayışımızda. Beğenmeyi anlatan dil araçları oldukları ölçüde, doğrudan doğruya duyulan değer-tepkilerinin aşırı durumundayken, katkısız çağrımların en yüksek noktalarına ulaşırlar. Ama, beğendiğimiz (yahut beğenmediğimiz) olguları bilmekle, bundan dolayı da, tanımlamakla ilgili oldukları ölçüde, yine aşırı durumdayken, katkısız, yalınkat bilme yargılarında en yüksek noktalarına varırlar. Fakat “değer yargılarının” çoğu, bilme unsurlarıyla çaba unsurları, türlü şekilde karıştırılarak, iki işte de kullanılırlar.
Beğenmenin (yahut beğenmemenin) hep dil yoluyla anlatılması zorunlu değildir şüphesiz. Gülümseme, kaş çatma, jest, görünür bir eylem,-bunlar da değer-vermelerimizi anlatabilirler; hem, eylemler, sözlerden daha gür bir sesle konuşurlar bazan. Ama, beğendiğimizin (beğenmediğimizin) ne olduğu üzerinde durmak istersek, dille bildirme yoluna başvurmaktan kaçınılmaz; anlamı bilme olan bu bildirme, katkısız bilmeyle ilgili çaba alanlarında kabul edilen gerçek ölçülerine bağlıdır.
Duygucularla nesnelciler, “değer yargılarını” kendilerinin nasıl yorumladıkları söz konusu oldukça, hep bu iki uç üzerinde, üstün “olarak çabalı değer-verme ediminde açıklık derecelerinden ibaret olanın bu iki ucu üzerinde durmak isterler; fakat bu değer -verme edimi, bir uçta, üstün bir duygu tonuyla ayrılmamasıyla birleşir, öbür uçta ise, vazgeçilmez ön -şartı olan bilmeye dayanır.
Kendi beğenmelerimizle beğenmemelerimizi, kendi değer-verme ölçülerimizi başkalarına kabul ettirmeğe yeltenirsek, şunu akılda tutmamız gerekir: Yaşantının iki ayrı yönü daima işe karışmaktadır. İlkin, bütün değer- vermelerimize temel olan, doğrudan doğruya duyulan-değer yaşantılarımız vardır; sonra, ikinci olarak, birincileri türlü yollardan aşan, asıl değer-ver- melerimiz nesneleri, olayları, durumları beğenmelerimizle beğenmemelerimiz vardır.
Duyulan-değer yaşantıları işe karıştığı ölçüde, kandırma olanaklı olamaz; bu yaşantılar hep sonuncudurlar da ondan. Bunlar, bir insanda ya bulunur; ya bulunmazlar. Söz gelişi, biz, böreğin tadını hoş olarak yaşarken, arkadaşımız da hoş olmayan bir şey olarak yaşarsa, kandırmanın hiçbir türlüsü, bu olguları değiştiremez. Olsa olsa, insanın yeşil zeytinden zamanla hoşlandığı gibi, onun da, börekten zamanla hoşlanacağını umabiliriz.
Kandırma, ancak değer-vermelerle ilgili olduğu zaman etkili olur; sersemlemiş bir farenin huylarını şartlandırır gibi, bir kişinin huylarını şartlandırmak için hesaplanan tehditlerle, beklentilerle karıştırılmasınlar. Burada anlatılmak istenen anlamda, özge kişilerle olan ilişkilerimizde etikçe haklı çıkarılabilecek tek anlamda, kandırma, esas bakımından, zihne, kavrayışa başvurma, bir insanın belli bir durumdaki bir şeyi, beğenilmesi yahut beğenilmemesi istenen bir şeyi anlayışına başvurmadır; bu türlü bir kandırma olanaklıdır.
Bir kimse, itkilerinin genel örgüsü içinde-araçsız bir duyulan değersizlik tepkisine rağmen-belli bir nesneyi yahut olayı beğenmesi, yahut onlara olumlu bir değer vermesi için kandırılabilir-o nesne, yahut o olayın, yüksek değerli bir erek için vazgeçilmez bir araç olduğu gösterilebilirse. Fakat bir kimse, daha önce olumsuz olarak değerlendirdiği bir ereğe yüksek, olumlu bir değer vermesi için de kandırılabilir; o ereğin ne olduğunu, ne anlam taşıdığını iyice görmesi sağlanırsa. Bu türlü kandırma, kendi- kendimizin-ideal-görüntüsü’nün, yaşamımızın bu en son ereğinin seçilmesi için de gereklidir.
Kandırma, elbette ki, zihinsel kanıtlamayla bir değildir. Zihinsellik, kanıtlamayı içine aldığı halde, çözümlemeyi, olguyla ilgili kanıtların düzenlemesini de içine alır. Ansallığın; nesnelerin, olayların, durumların kavranmasını sağlayan, onlarla ilgili çıkarsamaları sezdiren ansal gerekleriyle değişen, karmaşık bir usavurma şeklidir bu; öyle ki, söz söyleyen kimse, kendi temel itkilerine bağlı sonuçları görünce, istenen değer-vermeyle tepkide bulunur. Değer-verme için ön-koşul olan inançta değişikliğe yol açmakla, beğenme yahut beğenmeme eğilimi değiştirilmiş olur, böylece.
Duygucularla nesnelciler, kendi yarım gerçeklerini böylece haklı çıkarabilirler. Eninde sonunda, yalnız duyulan-değer yaşantıları sonuncu oldukça, duygucular haklıdırlar; onlar, değer-verme için, bilgi unsurlarının gerektiğini kabul etmedikleri zaman yanılıyorlar. Değer-verme, vazgeçilmez ön-koşul olarak bilgi unsurlarına dayandıkça, nesnelciler haklıdırlar;duyulan-değer tepkilerinin esaslı rolünü kabul etmedikleri zaman yanılıyorlar. Bunun içindir ki, değişen karışım derecelerinde her iki ucu da açığa çıkaran yaşantı olguları, aşırı yorumların gösterdiğinden daha karmaşık, ama burada ileri sürülen görüşe pek uygundur.
Scheller’le Hartmann savladılar ki, değer-verme için esas temel, değer sezgisine hiç değilse kısmen açık olduğu halde, kendi başına var olma bir “değerler dünyasıdır”; nesneler, olaylar, durumlar ise, sırf kendileri “değer taşıyıcı” oldukları için değerlidirler. Onlarda, onlarla “eylemli kılınır” değerler. Burada benimsenen görüş, bu savla bütün bütüne zıttır.
Değer-verme, kökleri, duyulan-değer yaşantısında olduğu halde, esas bakımından, ön-koşulu olan bilmeye pek çok dayanan çabalı bir edimdir. Bundan dolayı, değer-verme için esas temel, ancak, duyguyla belirtilen itkilerde; kendi-kendini-geliştiren kişinin dinamik çekirdeği olan itkilerde; bir de, bu kişinin, değere bağlı olmayan bir doğa alanıyla karşılıklı etkisinde bulunabilir. Organik süreçlerde, zihnin, kavrayışın aşamalarından, amaçlı uğraşmaların, düşünceli öz-bilincin, eyleme ereklik eden “kendi- kendinin-iedal-görüntülerini” tasarlamanın aşamalarına kadar uzanan, yaşamın kendi taşkınlığıdır aslında. “Denkleştirici”, dinamik bir bütün olarak, çevresindeki dünyaya, bu dünyayı kendi anlayışına, duyulan-değer yaşantısıyla, değer-vermeyle tepkide bulunan, gelişen kişidir daima; değişen ilgi derecelerine göre, duyulan-değer yaşantısında olduğu kadar, kendi değer-vermelerinin sıralanmasında da yansılanan, hep, gelişen kişidir. Nesnelere, olaylara, durumlara, bir kişi olarak kendi varlığını etkiledikleri ölçüde, onları yaşadığı, bildiği ölçüde daha yüksek değerler (yahut duruma göre, daha büyük değersizlikler) verir; nesnelere, olaylara, durumlara, bütün varlığına teğet oldukları ölçüde, onları yaşadığı, bildiği ölçüde daha aşağı değerler (yahut daha küçük değersizlikler) verir. Bilgisinin eksik, duyulan-değer yaşantısının kararsız, kesinsiz olabileceği, burada ileri sürülen savların yanlış olduğunu göstermez. Bu, yaşayışımızın karmaşık olduğunu, nesnel geçerliği olan değer (yahut değersizlik) vermenin kolay bir iş olmadığını gösterir sadece.
Duyulan-değer yaşantılarımız, gördük ki, itkilerimize rehberlik etmekte. Olumlu bir değer yaşantısını önden-alırken, bu önden-almanın gerçekleşmesini, öncelikle, güven altına alan, nesneye, olaya, yahut duruma doğru çekiliriz; olumsuz bir değer yaşantısını önden alırken, yaşantıya, öncelikle, yol açacak nesneden, olaydan, yahut durumdan uzaklaşır, yahut ona karşı dururuz.
Çeşitli itkilerimizin tutacağı yönleri farkettikçe bu itkilerin, kendilerini açığa vurabilecekleri özel biçimlerin belirlenmesinde daha büyük bir paylaşımımız olur. Zihin yoluyla, kavrayış yoluyla rehberlik, duyulan-değer tepkileriyle rehberliğe, çoğaltırcasına tamamlar. Fakat, önceki, hiçbir zaman sonrakiyle, bütün bütüne değiştirilemez. O kadar yalınkat değildir insan yaşayışı.
Fakat eylemlerimiz, ister duyulan-değer tepkileriyle, ister daha bir düşünceli değer-vermeyle yöneltilsin, eylemlerimiz (gerçek yahut tasarımsal) nesnelerle, olaylarla, durumlarla ilgilidir. İçinde yaşadığımız dünya ile, bizim anladığımız anlamda dünya ile ilgilidir onlar. Bu dünya içinde, değerle-yöneltilen itkilerimiz, istekler halinde-değerlendirilen ne olursa olsun, onun yaratılması, ele geçirilmesi, saklanması yahut tüketilmesi için duyulan istekler halinde açığa vururlar kendilerini. Fakat özel bir istek; aynı özne’nin öbür istekleri ona karşı durursa; nesnel koşullar, istenen şeyler arasında seçme yapılmasını gerektirirse-öyle ki artık, isteklerin hepsi yerine getirilemez-o zaman, özel bir istek, bireyi, tercihlerini değerlendirmeğe, yalnız değer vermeğe değil, onları değerlendirmeğe zorlar.
Değerlendirmesi için de temel, daima, onun kişi olarak, duyulan yahut anlaşılan ilgileridir. İstekleri, kendisinin ifadeleridir ne de olsa. Fakat zorunlu bir seçme önünde bireyin, nesnel bir durumla, başka bireylerin de, kendi ereklerine göre, aynı şeyler için isteklerini açığa vurdukları nesnel bir durumla karşılaştığını göz önüne aldığımızda, yeni bir faktör çıkıyor sahneye. Bu durumda, ilgili kişilerin, ayrı ayrı ve ortaklaşa karara varmaları, olanaklı olduğu kadar zihinsel temellere dayanarak isteklerinden hangisinin, doyuma ulaştığı, en çok değer verdikleri şeyin gerçekleşmesine en çok hangisinin yardım edeceğini karara bağlamaları gerekir. O zaman aynı nesneyle, olayla, yahut durumla ilgili değerlendirmelerinin bir olmadığını görüp bazı istekleri doyumdan sakınmanın kendilerine neye mal olacağını hesaba katarak, her iki yanı da doyuma ulaştıracak bir “eşya değiş-tokuşu” meydana getirebilirler.
İstekler, çoğu karmaşık olduğu için bu “değiş-tokuş” olanaklıdır. Bunun içindir ki, istenilen şeyler, birbirlerine karşı durarak; türlü düzenlemeler halinde,-her düzenleme, karmaşık, ortak isteği daha yüksek, yahut daha aşağı bir dereceye kadar doyuma ulaşacak şekilde, yine her düzenleme, öbür isteklere ve en son, bireyin toptan isteğine bağlı olarak-türlü düzenlemeler halinde değerlendirilebilirler. Değer-vermelerde olduğu gibi, değerlendirmelerde de asıl temel, yine, kendi- kendini-geliştiren kişi ve onun tamamlayıcı etkinlikleri; son çözümlemede, kendi-kendini doyuma yönelen, değerle-yöneltilen etkinlikleridir.
Burada geliştirmeğe, irdelemeğe çalışılan “Değer Teorisi”, böylece “eşya değiş-tokuşu” için gerekli olan bütün değer- tercihlerine, bütün değerlendirmelere elverişli bir temel sağlıyor ve bundan dolayı, ekonomik teorinin de zihinsel ön- koşulu oluyor.
Yararlanılan kaynaklar: