Dedem Yusuf…

Kısacık hayatlarımızda, kocaman anılar taşıyoruz…

Kendisini ilk defa vakıf toplantısında uzaktan izlemiştim, daha sonra da bir ev sohbetinde yakından tanıma fırsatım oldu. Tarihin içinden çıkıp gelen duruşu beni çok çekmişti. Görmek için göze ihtiyaç olmadığını anladığımda henüz yirmili yaşlarımın başındaydım. Yaklaşmak, beni onun dünyasına sokmaya yetmezdi belli ki. Uzaktan daha heyecan vericiydi seyretmek. Yine de ister istemez çekiliyordum. Hâlbuki bir duruştan ibaretti bendeki hayali. Bir heykel gibiydi, kendini yontmuş hassas bir heykeltıraş…

Diğer yandan bu gibi insanların yanında olmak beni hep rahatsız etmiştir. Tarif edemediğim bir gerginlik hâli. Hitabı ne kadar yumuşak olsa, kendime o kadar kaba gelirdim. Söylenecek sözlerimin hepsi ham, aşkla kelâma gelen o ruhun yanında bildiğim her şey bomboş olurdu. Yanında gergin bir gülümsemeyle oturduğumu fark ederdim. Fark edince gevşetirdim yüz kaslarımı. İfadesizlik de rahatsız ettiğinden yine o gergin gülümseme otururdu her hâlime. Kimin yanında olduğumu bildiğimi hissettirmek için belki de gayretkeş bir şekil alırdı vücudum. O kadar sahiciydi ki, bir o kadar yalan olduğumu fark ederdim önünde. Hâlbuki âmâydı. Beni görmediğini bilmeme rağmen, sanki gözleri gören birinden daha dikkatli izlendiğimi hissederdim. Bütün vücudu göz gibiydi. Çağırdıklarında da yine tüm vücuduyla döner, öyle konuşurdu.

İstanbul’a geldiğini öğrenince, yanına gidip görmek istedim. Erzincanlıydı. İstanbul’a nadiren gelir, geldiğinde de pek kalmak istemezdi. Geri dönmek için bulduğu bahanelerin ardında bir kaç kez Erzincan’da beklendiğini söylemişti. Verilen görevi aşkla eda eden bir memur veya mesuliyet sahibi bir reis gibiydi. İstanbul’a geldiğinde uğradığı bir cemevi vardı. Telefonda orada buluşabileceğimizi söylemişti. Söylediği zamanda orada oldum. Bahçede oturuyor, gelenlerin selamlarını alıyordu. El uzatıldığını görmediğinden, birinin eli eline değdiğinde uzanan eli hızlıca kavrayıp, hafifçe de yerinden doğrularak tüm vücuduyla selam veriyordu. Yanına gittim. Beni hemen tanıdı. Selam verip karşısına geçmek istedim. Yanına oturtup hâl hatır sordu.

Bahçede otururken ceme çağırdılar. Bulunduğumuz avlu kalabalıktı. Ortalıkta bağıra çağıra koşuşturan çocukları uyaran yoktu. Uyarmamanın gelenekten geldiği belliydi. Bağırmanın yaşı olduğu gibi, susmanın da yaşı vardır. O yaşa gelen, bu avluda susması gerektiğini kendi bilirdi. Kolumu tutarak ayağa kalktı, sonra da koluma girdi. Kalabalıkla birlikte içeriye doğru yürüdük. Gözleri yere hiç bakmadığından dimdik ve direkt yürürdü. İçeri girdik. İki elimle kollarından tutarak posta oturmasına yardım ettim. Destur isteyip yerime geçecektim, yanında kalmamı söyledi. Pek bilmezdim geleneği o zamanlar. Posta kim oturur, oturana ne denir anlamazdım. Bu ayinler konferans gibi değildir. Konuşan aşkla konuşur, dinleyen aşkla bakar. Aşka gelen sazı alır eline. Yine de bir düzeni vardır elbette. Olup olmadık davranılmaz. İşretsiz müzik yapılır. Asla dans edilmez, semaha durulur cemde. Dans ile semahı birbirinden ayıramayan gençler uyarılır. Biri eğlencedir çünkü, diğeri ibadet.

Posta dede oturur. Bilen bilir, o post Hz. İshak’a rahmet için gönderilen kurbanın postudur. İshak’a rahmet edilmiş, kurbana ise rahmet edilmemiştir. Yine bilen bilir, o kurban Hz. İsa’dır. Dedenin oturduğu kurban postu İsevî bir makama işaret eder. Onda ihtiyaçlılara verilecek emanetler örtülür. Dede almaz, haramdır. Ama dedenin eliyle verilen helâldir. Dede, helâl ile haramı, hak ile batılı bilene denir. Saçı sakalı ağarana değil.

O zamanlar bu ibadeti bilmediğimden bekleyip ne olacağını izledim. Nereye oturtulduğumu fark ettiğimde de sıkıldım. Ama gördüklerim sıkıntıya mani oldu. Meydancı, süpürgeci, çerağcı, zâkir… Çok etkilendim, çok heyecanlandım. Cem ibadeti lokma ile biter. Lokmayı almak için ibadethaneden dışarı meylettik. Yine koluna girdim. Cem görmek beni çok mutlu etmişti. Yine de bir âmânın önünde olmanın hissiyle olduğumdan daha da mutlu olduğumu göstermek istedim. Kulağına yaklaşıp etkilendiğimin anlaşılabileceği bir tonda, çok güzel bir cem olduğunu söyledim. Tüm vücuduyla bana döndü. Ruhuyla gözlerime baktı. Yüksek sesle “Buna cem denmez, bu cemin gölgesidir!” dedi. Utandım. Herkesin gördüğü bir şeyi göremediğim hissi uyandı. Oraya ait olmadığını anlayan bir turist gibiydim. Etrafıma baktım, kimsenin benden farkı yoktu. Sıkılmak değil, anlamak istedim. Asıl cemin ne olduğunun merakındaydım. Bunu hep merak ettim.

Lokma yendi, duası okundu. İbadet böyle nihayetlendi. İznini alıp yanından ayrılacaktım. Bu sefer o tuttu kolumdan. Önemli cümlelere başlamadan önce hep yaptığı gibi “Sevdiğim,” dedi ve devam etti: “Tuttuğunuz kapı Hakk kapısıdır. Sakın o yoldan ayrılmayın. Sizi o yola getireni iyi bilin. Allah yolunuzu asan eylesin. İşlerinizde Halil İbrahim bereketi versin.”

Erkânı bilenler “Allah, Allah” dedi, ben alışkanlıkla “âmin” dedim. Neden Allah, neden âmin bilemedim. Ama diliyle yazdığı mektubu kalbimin üzerine denk gelen cebime koydum. Olur ya, söz kulağımdan uçar gider. İstedim ki kalbimin üzerinde yazılı kalsın. Yeniden görüşmek ümidiyle yanından ayrıldım. Ümidim gerçek oldu. Vefatına dek birçok kez görüşme ve sohbetini dinleme fırsatım oldu. Erzincan’a, evine gittik dostlarla. Aslanı yuvasında gördük. Hanımı Perihan Ana’nın harladığı sobanın yanında da oturduk. Lokmamızı da paylaştık. Elinden tutup sofrasına oturduk, elimizden tuttu, ayağa kalktık. Nice anılarla, nice bilge sözlerle doldu bendeki anıları. Vedalaştıktan sonra illa ki bırakılsa da eller, öyle anlar oldu ki ne elini bıraktık ne bir an gözümüzü ayırdık.

Nihayet emaneti teslim etti. Sevdiğine uğurladık sevdiğimizi. Desek ki gitti, gitmek yok. Desek ki kaldı, kalan yok. Bir ferahlıktı içime Dedem, bir huzur. Uzakta desem aramızda uzak yok… Allah, eyvallah. Gerçeğe erenlerin demine Hû…