Bir Kitap Okudum, Düşüncelerim Değişti

Sayı 2 - Eğitim Sorunu

Orta öğretimde felsefe eğitimi üzerine eleştirel bir bakış

Bu yazıda, kendi deneyimlerimden yola çıkarak ortaöğretimde verilen felsefe dersleri üzerine düşüncelerimi dile getirmeye çalışacağım.
Ortaöğretim düzeyindeki bir öğrencinin felsefe dersi ile ilişkisi, (hele bu öğrenci üniversitede felsefe bölümünü tercih etmeyecekse) ders programında bu ders için ayırılan iki saatlik süreyle sınırlı kalıyor.

Sadece üçüncü sınıfta görülen felsefe derslerinde genel felsefe tarihi anlatılıyor. Hangi filozofun nerede, ne zaman yaşadığı ve düşünceleri öğretilmeye çalışılıyor. Sadece kuru bilgiye dayanan bu eğitimden birkaç yıl sonra öğrencilerin aklında felsefe ile ilgili, felsefe hocasının garipliği ve Aristo gibi büyük filozoflardan bir kaçının ismi kalıyor. Felsefenin ne olduğu, ne için yapılması gerektiği, ne işe yaradığı hiç anlatılmadığı için amacına ulaşmayan ve unutulmaya teşne bir bilgi yığınından başka bir şey olmuyor öğrencilerin felsefe adına bildikleri. Öğrenciler arasında felsefe ile biraz fazla ilgilenmeye başlayanlarla dalga geçilmesi ise işin başka bir yönü. Aslında bu çok da garip değil. Toplumun felsefeye bakış açısının okullardaki tezahürü sadece. Orta öğretimde felsefe eğitiminin amacına uygun bir şekilde verildiğini söylemek çok güç. Bununla beraber bazı şanslı öğrenciler yok değil. Arzu edildiği gibi dersleri izlemiş olanlar mutlaka vardır. Fakat bunları, genelin içinde çok küçük bir mevcut oldukları için istisna olarak görebiliriz.

Ülkemizde felsefe derslerinin verimli geçmemesi yadsınacak bir durum değil. Felsefe bir hür düşünce biçimi, hiç bir önyargı olmadan her türlü şeyi sorgulama sistemi. Düşünce hürriyeti ve sorgulamanın zararlı sayıldığı ve bu gibi insanlara hemen yapıştırılacak bir yaftanın bulunduğu bir ülkede kaç kişi felsefe ile ilgilenmeye cesaret edebilir?

İşin gözlerden kaçmaması gereken bir başka yönü daha var. Felsefe eğitimi için sağlam bir dilbilgisi ile güçlü bir mantık gerekmektedir. Burada Türkçenin felsefe yapmaya olan yatkınlığı tartışmalarına girmek istemiyorum. O ayrı bir konu. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta konuşulan dilin doğru dürüst öğretilmediği okullarımızda daha üst düzey bir dilbilgisi ve ifade biçimi gerektiren felsefe eğitiminin nasıl yapılabileceğidir. Anadilini doğru dürüst konuşamayan, yazamayan, gittiği doktora tam olarak rahatsızlığını anlatamayan, resmî bir dairede bir evrakı yanlışsız tamamlayamayan, sıradan bir dilekçe yazamayan, girmek istediği işe başvuru formunu dolduramayan bir insandan felsefe yapmasını beklemek ne kadar anlamlı olabilir? Sistemli düşünce biçimi olan felsefeyi, matematiğin en temel bilgisi dört işlemi rahat bir şekilde yapamayan bir öğrenciden anlamasını beklemek ona ve felsefeye haksızlık olmaz mı? Dolayısıyla ülkemizde felsefe eğitimi sorunu aynı zamanda matematik ve Türkçe eğitimi sorunu. Eskilerin dil öğrenen talebelere mantık öğretmeleri, dilbilgisi kuralları ile olan ilişkilerin öneminden başka bir şey değil.

Dilin kurallarını sağlam temellere oturtmayan birisinin felsefî kavramları anlamada bir çok sorun yaşayacağı apaçık bilinen bir olgudur.

Kullanılan dilin çok iyi öğrenilmesinin felsefe eğitimi için gerekli olduğu bir gerçek. Başından geçen somut bir olayı anlatmaktan aciz birisinin, soyut kavramları anlaması ve anlatması ne kadar mümkün olabilir? Anlatmanın, anlamanın bir göstergesi olduğunu düşünecek olursak herhalde felsefe öğretmeye başlamadan önce çocuklarımıza, bir şeyler anlatmasını öğretmek gerekir. Bu düşünceden hareketle çocuklarımıza küçük yaşlarda düzgün ve doğru bir şekilde masal ve hikâye anlatmak sanırım hiç garip karşılanacak bir durum değil.

Bu düşünceleri taşıyorken daha önceleri istediğim halde bir türlü sevemediğim ve öğrenemediğim felsefeyi anlatan bir romanı görünce çok sevindiğimi hemen ifade etmeliyim. Elimde yetki olsa, orta öğretimde ders kitabı olarak okutulmasını zorunlu kılacak kadar çok beğendiğim bu romanın adı Sofi’nin Dünyası.

Eseri, bir felsefe öğretmeni olan Jostein Gaarder yazmış. Kırka yakın dile tercüme edilen bu romanı Norveççeden dilimize Gülay Kutal aktarmış ve Pan Yayınevi’nin Gri Yayınları arasında ilk olarak 1995’de yayınlanmış. Bir kez basılan eserlerin bile zor satıldığı ülkemizde üç yıl gibi kısa zamanda otuzu aşkın baskı yapması eserin bir diğer başarısı.

Eskilerin deyimiyle muhtasar ve mücmel bir felsefe tarihi olan bu eserde ana hatlarıyla kitap antik çağdan günümüze kadar, filozofları ve düşünce sistemlerini, yeri geldiğince birbirlerine göndermeler yapılarak anlatılıyor.
Roman; Sofi, felsefe hocası Alberto, Hilda ve onun babası arasında geçen diyaloglardan ve olaylardan oluşuyor. Sofi ve Hilda 14 yaşında. Hilda’nın babası doğum gününde hediye olarak bir dosya verir. Bu dosyada Alberto ile Sofi’nin hikâyesi anlatılır. Baba kızına felsefe öğretmeyi amaçlamaktadır. Başarılı da olur. Romanın sonunda Hilda Sofi, Birleşmiş Milletlerin Lübnan’da görevli binbaşısı olan baba da Alberto olur. Başlangıçta mektupla başlayan felsefe eğitimi sonraları yüz yüze görüşmelere döner ve romanın sonuna doğru olaylar gelişmeye başlar. Anlatılanın anlatan ve anlatanın anlatılan olduğu romanın sonunda aslında dört kahramanının birbirinin yerine geçen iki kahraman olduğu anlaşılıyor. Konusu itibarıyla felsefî olan bu roman sunuş ve teknik bakımından ise postmodern.

Bu romanın ismi kimilerince yanıltıcı olabiliyor. Romana ismini veren Sofi sıradan bir Norveç ismi. Tasavvufun sufisiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Aynı zamanda felsefenin nasıl öğretileceğini de gösteren bu romanı felsefe öğretmenlerinin mutlaka okumaları ve okutmaları gerektiğini düşünüyorum. Bununla beraber felsefeyi merak eden ve bir yerlerden başlamak isteyenler için de çok güzel bir başlangıç olacağı kanaatindeyim. Klâsiklar arasına giren bu güzel kitabın yazarına, çevirmenine ve yayıncısına tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.