Bilim Felsefesi

Sayı 4 - Yöntem Sorunu

Antik Yunan’dan günümüze insanları felsefe yapmaya yönelten şey, her zaman kendilerini bir ara durumda  görmüş olmalarıdır. İnsanın, kendini saran doğa ile kendini aşan sonsuzluk (Tanrı) ya da nesnel dış dünya ile öznel iç dünyası arasındaki sıkışık konumu, hep bir şaşkınlık ve merak konusu olmuştur. Felsefe tarihini oluşturan olumlu olumsuz tüm çözüm denemeleri hep bu arada kalmışlığı kavramaya çalışmış, bu temel durumdan hareketle pek çok felsefî görüş ve çözümler öne sürülmüş, bağlı olarak da çeşitli düşünce disiplinleri oluşmuştur.

Felsefe, kültürle birlikte ortaya çıkmış bir olgu değildir. Kültürün belli bir aşamasında, varlığın anlamı ve nedeni üzerine sorularla başlamış, önceleri mitsel söylemlerin ve dinlerin yanıtladığı bu sorular daha sonra eleştirel bir düşünce ve gözlemin konusu yapılınca felsefe doğmuştur.

Bilgi severlikbilgelik sevgisi ya da bilgi dostluğu gibi farklı anlamları bir arada taşıyan felsefe kavramının bugün için genel ve bağlayıcı bir tanımı yoktur. Düşünürler, felsefe olarak bilinen şeylerin toplamına bakarak da ortak bir tanım üzerinde anlaşamamışlardır. Ancak felsefenin, insanın sonsuz olanı kavrama, her şeyin köklerininedenlerini anlama ve elde ettiği her şeyi sorgulama yönünde sürekli bir arayış olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda felsefevarlığı ve varoluşukendine özgü koşulları içinde çözümleyip anlamaya çalışmaktır.

Felsefe, önce aklın sorularına yanıt bulmak, sonra sorun çözmek, daha sonra da etkinlik olarak uğraş vermiştir. Bu açıdan bakıldığında felsefesoru ve sorunlara her dönemde değişik yanıt ve çözüm bulma denemeleri ve bu denemelerin yol açtığı yeni soru ve sorunların topluluğu olarak tanımlanır. Geçerli bir söylem de felsefenin, sürekli bir arayış, sorgulama, eleştirme, doğruları akıl yoluyla bulma, bilgiyi ve bilgeliği elde etmeye yönelik özgür bir çaba olduğudur.

Kant’a göre aydınlanma çalışmalarının amacı felsefeyi değil, felsefe yapmayı, fikirleri değil, düşünmeyi öğrenmek olmalıdır. Bu nedenle felsefe, düşünce yoluyla varlığın yapısallığınaoluş süreçlerine ve özüne inmeye çalışan, bilinçli, bilgili ve anlamlı bir yaşamı amaçlayan kişilerin sorunudur ve asla herkesin işi değildir.

Bilim, bir yandan gözlem, deney, sayma, ölçme gibi yollarla olgulara yönelirken, öbür yandan bu olgulardan kavram, yasa, hipotez ve kuramlara yükselmek isteyen ve bunları yeniden olgulara dönerek denetleyen bir etkinliktir. Bilim Felsefesi ise, en genel biçimi ile bilimi anlamak veya bilimin yapısını, amacını, koşullarını inceleyen felsefe dalı ya da bilimin dilsel yapısını inceleme, çözümleme eleştirme ve aydınlatma süreci olarak tanımlanır.

Bilimsel yöntemlerle elde edilecek bilgilerin güvenirliliği, kullanılan araç gereçlere ve uygulanan mantık biçimine göre değişeceğinden, bu yöntemlerin denetlenmesi ve değerlendirilmesi bilim adına çok önemli bir uğraş olmaktadır. Bilimler araştırma yaparlar ancak bilimin kendisi, konusu, kavramları, yöntemleri, ulaştığı sonuçlar ve bilimsel yasalar gibi sorunları ele almazlar. Bu sorunlara felsefe eğilir ve özelleşerek, bilim felsefesi adını alır. Bu nedenle bilim felsefesi, bilimi anlamak, yorumlamak ve bilime yol göstermek uğraşıdır.

Felsefe açısından bilim, hem bir süreç hem de bir sonuçtur. Sonuç olarak bilim, düzenli bilgiler bütünüdür. Bilgiler, önerme denilen dilsel ifadeler olduğundan, bu anlamda bilim felsefesi, bilimin dilsel yapısını çözümleme çabasıdır. Süreç olarak bilim, birtakım eylemsel ve düşünsel işlemlerin örgüsüdür. Gözlem, deney, ölçme gibi olgu saptama işlemleri eylemsel; mantıksal çıkarım, hipotez kurma, kuram oluşturma gibi işlemler düşünseldir. Bilimsel süreci oluşturan bu işlemlerin yapı ve işleyişini de gene bilim felsefesi anlamaya ve mantıksal olarak çözümlemeye çalışır.

Bilimsel düşünme, her zaman yöntemli bir düşünmedir, fakat yöntemin kendisi üstüne yansımalı bir düşünme değildir. Bilimsel yöntemleri çözümlemek demek, bilimselliği olanaklı kılan ön tasarımları ortaya çıkarmak, böylece bilim adamının yaptığı işi ve onun geçerli saydığı şeyleri yeniden gözden geçirmektir. Nesne, olgu ve olayları betimleme ve açıklama yoluyla anlamak, bilimin; bilimin mantıksal yapısını ve işleyişini anlamak  ise, bilim felsefesinin işidir.

Bu bağlamda çoğu kez eşanlamlı olarak kullanılan bilim felsefesi ve bilimsel felsefe kavramlarını da birbirinden ayırmak yararlı olacaktır. Bilim felsefesi, felsefeye özgü düşünme ve çözümleme yönteminden yararlanarak bilimin kavramsal yapısını, işleyişini, bilimsel bilginin niteliğini ve onu diğer bilgilerden ayıran özellikleri aydınlatmayı amaçlar. Bilimsel felsefenin amacı ise, felsefeye, bilimin tutum ve yöntemiyle uyumlu bir nitelik kazandırmaktır. Felsefenin, sorunları tümel olarak ele almasından vazgeçip, bilim gibi parça parça ele alarak çözümleyen bir disiplin olmasına çalışır. Bilim felsefesinde felsefe genel yapısı içinde bilimi açıklarken, bilimsel felsefede bilim felsefeyi sınırlamaktadır.

Bilim, nesne ya da olgu olarak tikel bilgi (parça bilgisi) ile uğraşır. Varlığı parçalayıp, her bir parçayı ayrı ayrı konu edinir. Felsefe ise, bilimlerin parçalayarak ele aldığı varlığı, bütünü ile evren veya varlık olarak görür, onu bütünsel kavramak ve bilmek yönünde tümel açıklamalar yapmaya çalışır. İkisinin de amacı, doğayı ve insan yaşantısını anlamak ve açıklamaktır. Aralarındaki fark yöntem yüzündendir. Bilim olgulardan hareket eder, ulaştığı sonuçları gene olgulara dönerek denetlemeye çalışır. Felsefe de bir çeşit olgu demek olan insan yaşantısından hareket eder, ancak ulaştığı sonuçları denetleme yolunda olgulara değil, mantıksal çözümlemelere ya da metafizik kurgulara/spekülasyona (tek tek olguları değil, evrenin tümünü, değişmez ve asıl olan nitelikleriyle salt akılla anlama çabası) yönelir.

Bilim felsefesi, bilimi anlama çabasını başlıca şu iki temel ayırım üzerinde yürütür:

  • Olgu ve kuram/teori ilişkisi

Bilimin en belirgin özelliği olgusal oluşudur. Olgulara ilişkin olmayan hiçbir sav, hipotez ya da kuram bilimsel olma niteliği kazanamaz. Olgular ise kendi başlarına bir anlam taşımazlar, ancak bir hipotez veya kuramın ışığında bilimsel incelemeye konu olabilirler. Kant’ın ünlü deyişiyle “kavramsız olgular kör, olguya dayanmayan kavramlar boştur”.

  • Buluş ve doğrulama bağlamları

Hipotez ya da kuramın doğrulanması, kuralları belli mantıksal bir işlemdir. Oysa bir hipotez veya kuramın oluşturulması, psikolojik bir olgu olarak kabul edilmektedir. Bilimsel yöntemlerin özünde yer alan mantıksal düşünme/çıkarım biçimleri felsefede;
Deneyci/Ampirik geleneğe bağlı düşünürler için       İndüksiyon/Tümevarım,
Akılcı/Rasyonalist geleneğe bağlı düşünürler için     Dedüksiyon/Tümdengelim,
Modern mantıkçılar için                                                          Hipotetik Dedüksiyon,
Pragmatistler için                                                                               Retrodüksiyon/Problem çözmedir.

 

İndüksiyon (Tümevarım)

Gözlem ve deney yoluyla olguları toplamak, sınıflamak, onları bilinen diğer olgularla karşılaştırmak ve genellemelere ulaşmaktır. Elde edilen genellemeleri yeni gözlem/deney sonuçları ile karşılaştırıp, sonuçları doğru/yanlış sayarak yeni genellemelere gitmektir. Temel işlevi açısından bir genelleme yöntemidir. Sonuçlar zorunlu olmayıp, dayandığı gözlemsel önermelerin hepsi doğru olsa bile, kendisi yanlış olabilir. Çünkü varılan sonuç, gözlem yolu ile sağlanan kanıt ve belgelere dayalı olmakla beraber, onları aşan ve henüz gözlemi yapılmamış olguları da kapsamına alan bir tümel açıklamadır. sayıda yapılmış bir gözlemin doğruladığı bir yargıyı, N + 1 gözleminin de doğrulayacağı kesinlikle söylenemez. Bu nedenle tümevarım yönteminin bizi kesin ve güvenilir değil, ancak bugün için geçerli ve olası yargılara götürebileceğini söylemek doğru olacaktr.

Bu yönteme getirilen eleştirilere göre, araştırmacıyı gözleyeceği olgulara götürecek bir hipotez yoksa, gözlemleri dağınık ve sonuçsuz kalacaktır. Bilimsel inceleme olgulara katalog çıkartma çalışması olmayıp, bilim adamı da saf bir olgu toplayıcısı, olgu kolleksiyoncusu, amacı yalnızca gözlemek olan birisi ya da pasif bir izleyici değildir. Tümevarım yoluyla ulaşılan genellemelerin olguları özetleme, sınıflama ve yargılarımızın kapsamını genişletme dışında bir açıklama gücü yoktur. “Demir ısıtıldığında genleşir” önermesine “tüm madenler ısıtıldığında genleşir” yanıtı yeterli bir açıklama oluşturmaz. Bilimde açıklama gücü taşıyan genellemeler daha çok kuramsal nitelikte olup, yalnızca gözlemlere dayalı birer genelleme değildir. Maddenin atomik yapısı, elektromanyetik alan gibi kavramların hiçbiri gözleme dayalı tümevarımla elde edilmiş değildir. Tümevarımın bilimdeki yeri, olguları betimleyici genellemeleri kurarak kuramsal nitelikteki açıklamalara malzeme hazırlamaktır.

Dedüksiyon (Tümdengelim)

Doğru öncüllerden yola çıkıldığında, zorunlu olarak doğru sonuç veren geçerli akıl yürütme biçimi ya da matematik ve mantıkta, verilmiş bazı aksiyom, posulat ya da varsayımlardan kesin ve kanıtlanmış önerme çıkarma yöntemidir. Aksiyom/sayıltı/açıklayan ve postulatlar, doğruluğu sezgisel/sağduyusal olarak apaçık bilinen, bu nedenle de kanıtlanmaları gerekmeyen ve üstlerine başka öncül koymadan her şeyi kantlamaya olanak sağlayan önermelerdir. Geometrik kanıtlamalar bu yöntemle yapılır; aksiyomlar öncülleri, teoremler de oların kesin/mantıksal sonuçlarını oluşturur.

Geometrideki ilk başarılı uygulamalar, bilgide kesinlik ve mutlak doğruluk arayan pek çok düşünürün bu yöntemi diğer alanlarda da geçerli saymasına neden olmuştur. Ancak bu yöntemde kanıtlama çoğu kez sanıldığı gibi açıklananın doğruluğunu mu, yoksa sonucun aksiyom denen birtakım önermelerden çıkarsanabilir olduğunu mu göstermektedir? Kuşkusuz ikincisi. Bu durumda bir teoremin biçimsel olarak kanıtlanmış olması, onun içeriksel olarak da doğrulandığı anlamına gelmez ve kanıtlanmış bir teorem yanlış olabilir. Çünkü öncül olarak kullanılan postulatların doğruluğu ön kabuldür. Matematikte bu yöntemin zorunlu sonuçlar veren bir kalıp olmasını sağlayan yön, öncüllerin doğru olmaları değil, doğru kabul edilmiş olmalarıdır.

Doğa bilimlerinde, sonucun doğru kabul edilmesi için olgulara gitme gereği vardır. Örneğin “bütün insanlar beş ayaklıdır” öncülü doğru kabul edildiğinde, bu öncülden “bazı insanlar beş ayaklıdır” sonucu zorunlu olarak çıkar. Bu demektir ki, hem mantıksal açıdan geçerli,  hem de içeriksel açıdan doğru sonuçlar ele edebilmek için başa içeriği doğru olan öncülleri koymak gerekmektedir. Ayrıca bu yönemde, sonuçtaki çıkarımlar yeni bilgi üretmez. Çünkü bunlar öncüllerde örtük olarak vardır. Çıkarımın görevi, örtük bilgileri belirtik ve açık biçime dönüştürmektir.

Salt akılcı yolla bulunan ve mutlak doğru kabul edilen bu tip önermeler, matematikteki gelişmeler sonucu başka geometrilerin ortaya çıkışı ile sarsılmış ve günümüzde “mutlak doğru” kavramı yeniden değerlendirilmeye alınmıştır. Çünk farklı öncüllerden oluşan yeni geometrik sistemler, Öklid aksiyomlarının değişmez olmadığını ortaya koymuştur. Günümüzde de sezgisel/sağduyusal yolda apaçık ve kesin doğru gibi görünen örneğin “bütün, herhangi bir parçasında büyüktür” aksiyomunun, sonsuzlar söz konusu olduğunda hiç de sanıldığı kadar apaçık doğru olmadığı görülmektedir.

Şu iki diziyi ele alalım:
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12…                (tek sayılar dizisi)
2, 4, 6, 8, 10, 12, 14, 16, 18, 20, 22, 24…      (çift sayılar dizisi)

Sonsuza uzanan bu dizilerden tek sayılar dizisi bütün tam sayıları, çift sayılar dizisi ise yalnız çift olan tam sayıları içine almaktadır. Bu durumda alt dizi üst dizinin bir parçası olmaktadır. Ne var ki, üst dizide yer alan her terime karşılık, alt dizide de bir terim vardır ve iki dizi birebir uygunluk içindedir. Bu ise ki dizinin eşitliğini gösterir.

Rus Lobachevsky ve Macar matematikçi Bolyai’nin geliştirdiği hiperbolik ve Alman matematikçi Riemann’ın oluşturduğu eliptik geometrilerin aksiyomları da Öklid geometrisinin bazı aksiyomlarıyla karşıtlık içindedir. Öklid geometrisinde “herhangi bir doğru dışındaki bir noktadan, o doğuya yalnızca bir paralel doğru geçerken” hiperbolik geometride en az iki ya da sonsuz paralel doğru geçebilmektedir. Riemann geometrisinde ise “hiçbir doğrunun paraleli yoktur”. Öklid geometrisinde iki nokta arasındaki en kısa yol doğru, Riemann geometrisinde eğri olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle Öklid’in düzlem geometrisinde üçgenin iç açıları toplamı iki dik açıya eşitken, Riemann geometrisinde üçgen eğrilerden oluştuğundan, toplam iki dik açıdan fazla, hiperbolik geometride ise iki dik açıdan azdır.

Buradan çıkan sonuç; sezgi ve sağduyumuza apaçık doğru görünen aksiyomların hiç de apaçık/kesin olmayıp düşünsel/tasarımsal yoldan dolaylı olarak çıkarsanmış olduklarıdır. Bu da bize ulaşılan sonuçların bilgi değerleri yönünden zorunlu değil olasılı olduklarını gösterir. Bu nedenle artık matematik sistemler bu doğru olduğu için, bu da doğrudur gibi kesinlik bildiren ifadeler yerine bu doğru ise, bu da doğrudur gibi koşullu/hipotetik anlatılar biçiminde kurulmaktadır.

Hipotetik Dedüktif Yöntem

Açıklayıcı indüksiyon da denen bu yöntemin niteliği, gözlemsel olguların çıkarımına ve test edilmesine olanak veren matematik biçimde bir hipotezin sağladığı bir açıklama etkinliği oluşudur. Modern bilime asıl gücünü veren bu yöntem, deneysel yöntemle, fiziksel dünyanın incelenmesinde matematiği kullanma yönteminin birleşiminden oluşur. Reichenbach’a göre yöntemin bulma ve doğrulama bağlamı olarak iki aşaması vardır. Bilim mantığının konusu yalnız doğrulama işlemlerini kapsar. Bulma süreci ise mantığın değil ancak psikolojinin konusu olabilir. Bulmanın herhangi bir mantığı yoktur. Bir kurama/hipoteze ulaşma, yaratıcı hayal gücünesezgiye ya da deneyime dayanabileceği gibi, rastlantı veya şansa da bağlı olabilir.

Bilimsel araştırma sürecinde mantıksal çözümleme, şu ya da bu şekilde bulunmuş bir hipotez veya kuramı doğrulama aşamasında başlar. Bu da kuram ile, açıkladığı öne sürülen olgular arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarma işlemidir. Hipotez veya kuramdan test edilebilir sonuç çıkarma, tümdengelim, çıkarılan sonuçların gözlem verileri ile karşılaştırılması, tümevarım mantığın işidir. Ancak buluş bağlamında olduğu gibi, doğrulama bağlamında da tümevarıma yer olup olmadığı halen çözümlenmiş değildir. S. Mill doğrulamanın düpedüz tümevarım olduğunu öne sürerken, Popper, bilimsel yöntemin hiçbir aşamasında tümevarıma yer tanımaz. Kimi mantıkçılar ise doğrulamanın olduğu gibi, buluşun da bir mantığı olması gereğini savunurlar.

Retrodüksiyon

Pragmatik mantıkçı Peirse, üçüncü bir düşünme ya da çıkarım tipi olarak bu yöntemi, bilimsel buluşa özgü mantık olarak ileri sürmüştür. Tümdengelim yeni bilgi vermez, çünkü sonuç öncülde örtük olarak vardır. Tümevarımda ise, sınırlı yargımızı evrenin tümüne genellemekle kalırız. Bu nedenle bu yöntemler bulunmuş kuramları test ederler, ancak yeni bir kuram oluşturamazlar. Buna karşın retrodüksiyon, gözlemlerimizi, gözlem dışı kalan nesne veya süreçler tasarımlayarak açıklamayı sağlayan bir çıkarım biçimidir. Desteklenmeyen bir olgu karşısında bilim adamı gözlemden gelmeyen, fakat gözlem verilerindeki tüm ilişkileri açıklama gücünde görünen kuramsal düzeyde yeni bir ilişki tasarımlar. Bu ilişki dile getirildiğinde bir genelleme biçimi alır. Evrensel çekim yasası böyle bir genellemedir.

Dewey, bu yöntemi problem çözme olarak yorumlar. Getirdiği yenilik, araştırmaya bulma sürecinde bir sorunsal oluşturarak başlamasıdır. Sorunsal, bir kavramın, anlamını içinde kazandığı kavram kümesi demektir. Belirsiz bir durum araştırmaya konu edilme sürecinde, sorunsal nitelik kazanır. Demek ki sorunsalı kurmak için, önce belirsiz durumu oluşturan belirgin olguları saptamak, sonra da onu yapısal ayrıntıları ve ilişkileri belli bir duruma dönüştürmek gerekmektedir. Bir başka deyişle sorunsal kurmak, soruyu ussal, kavramsal ve bilimsel düzeyde ele almak ve incelemek demektir. Açıklanması gereken nesnel belirsiz bir durumu, sorunsal haline getirme ve buradan açıklama vaadeden hipotez oluşturma Dewey’in buluş mantığının bulma süreci adımlarıdır.

Bulmanın mantıksal bir yapısı olduğu üzerinde henüz uzlaşma sağlanamamıştır. Kimi mantıkçılar benzeşimsel/analojik düşünme (iki şeyin, bazı yönlerden bilinen benzerliğine bakılarak aralarında başka yönlerden de benzerlik olabileceği görüşü) ve simetri aramayı öne sürerken kimileri de yetkiliye başvurma ve serendipity’nin (belli bir şeyi ararken başka bir şey bulma) hipotez ve kuramların önemli bir kaynağı olduğu görüşündedir.

Görüldüğü gibi bir bilimsel araştırmayı başlatacak yöntemler konusunda düşünürler anlaşmazlık içindedir. Bacon, aklımızda hiçbir hipotez oluşturmaksızın yalnızca olguları toplamamızı öğütlüyor. Descartes ise, kuşkuyu son çizgisine kadar götürdükten sonra geriye kalan birkaç açık seçik doğrudan mantıksal çıkarımlar yaparak doğru bilgilere ulaşmamızı öneriyor. Cohen ve Nagel’e göre önce matematik anlatımlı bir hipotez oluşturmalıyız. Mantıksal çıkarımın görevi kuşku götürmez doğrulardan kuramsal sonuçlar çıkarmak değil, hipotezi olgusal sonuçlarına giderek işlemsel yoldan test etmektir (Hipotetik Dedüktif Yöntem). Dewey’e göre ise sorunsalı oluşturmadan hiçbir araştırmaya başlanamaz (Buluş Mantığı).

Bilimsel araştırma bir zorluk karşısında, geleneksel inançların yetersiz kaldığı, kuşkumuzu giderecek olguların bilinmediği ya da çözüm getirecek hipotezlerin henüz düşünülmediği durumlarda başlar. Bu demektir ki kalkış noktası daima “belirsizlik”tir. İlk olumlu adım, dikkati bu belirsiz alanın niteliği üstünde toplayarak bir sorunsal oluşturmaktır. Bilimsel araştırmaya ne olgu toplayarak, ne mantıksal çıkarımlara giderek, ne de hipotez kurarak başlayabiliriz, çünkü başlangıçta önümüzde yalnızca sorunun kendisi durmaktadır. Bu bağlamda en doyurucu yanıtın Dewey’in önerileri olduğu görülmektedir.

Buraya kadar yöntemler ve mantıksal çıkarımlar üzerindeki görüşleri belirttik. Ancak hipotez, ilke, kuram, ve yasalar da aynı yöntemler gibi çeşitli fesefî tartışmalara neden olmuştur. Hipotez kurarken benimsenen her bilimsel felsefî tutum sonuçta farklılıklar göstermektedir. Hipotezler ilkeler bağlamında oluştuğundan burada yalnızca ilkelerin doğurduğu tartışmalara değinilmiştir. Doğada olup biten her şeyi diğer bazı şeylerin sonucu saymak, hiçbir olgu, süreç veya değişimi nedensiz kabul etmemek, bilimin dayandığı en genel ilkedir.

Nedensellik/Kozalite

Ne, “şey” demektir. Den, “başlangıç” gösterir.
Neden, “bir olayı meydana getiren etken” ya da “başlangıç olan şey” demektir. Nedensellik, neden ile sonuç arasındaki “bağıntı/ilişki”dir. Nedensellik İlkesi; evrende her olgunun kendisinden önce veya kendisiyle birlikte bir nedeni olduğu savıdır. Bilimde olgular tek tek değil, ilişkileri içinde incelenir. Kendi başına  hiçbir olgunun önemi yoktur. Başka deyişle klasik bilime göre, hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmez, her olgu kendisinden sorumlu bir veya daha fazla olguya bağlıdır. Belirli nedenler belirli sonuçları doğurur anlayışı bilimde belirlenimcilik ilkesine (determinizm) yol açmıştır.

Belirlenimcilik/Gerekircilik/Determinizm

Nedenle sonuç arasında zorunlu bir ilişki olduğu, bu nedenle de tüm olgu ve olayların önceden belirlenebileceğini içeren görüştür. Nesnel gerçekliğin nedensellikle ve nesnel yasalarla belirlendiğini savunur. Ancak bu yaklaşım neden kavramının niteliği üzerinde süregiden birçok bilimsel/felsefî tartışmaya yol açmıştır.

Deneyciler açısından nedensellik, nesne olgu ve olaylar arasında, düzgün, değişmeyen ve yinelenen bir ilişkinin gözlem yoluyla saptanmasıdır. (Şimşek çakması, gök gürültüsü) Hume’a göre, biz deneysel olarak yalnızca bir arada oluşanları gözleyebiliriz; bunlardan birine neden öbürüne sonuç olarak bakmamızı sağlayan sadece kendi psikolojimizdir. S. Mill’e göre doğanın kendine özgü düzeni vardır, evrende oluşan tüm olgu ve olayların sürekli ve düzenli oluşu, insan aklında benzer koşullardabenzer olaylar olur kanısını oluşturmuştur. Nedensellik ilkesinin kaynağı gözlem ve deneyimlerdir.

Buna karşı akılcılar yalnızca gözlemsel verilere bağlanmayı yetersiz bulurlar. Çünkü bu ilişkinin gözlemi aşan ve zorunlu bağıntı denilen başka bir boyutu vardır. İki olgu rastlantı olarak da birlikte gidebilir. Nedensel ilişki, zorunlu olarak birlikte gitmek demektir. Kant’a göre, nedensel ilişki kurma deneyden ya da psikolojik alışkanlıklardan değil, akıldan yani anlıksal ilkelerden kaynaklanır. Bu bağlamda nedensellik, doğada içkin bulunan bir şey değil, bizim “doğayı düşünme formlarımız”dan biridir.

Bir başka yorum da Durkheim tarafından yapılmış ve neden-sonuç ilkesi toplumun ürünüdür şeklinde ifade edilmiştir.

Görüldüğü gibi, üç ayrı görüş de, bir bilimsel açıklama yapabilmek için, gerekircilik ilkesinin başlangıç noktası olduğunda birleşirler. Ancak, olaylar arasında varolduğu öne sürülen sıkı neden-sonuç ilişkisinin deneyden, akıldan ve toplumdan oluştuğu yönünde ayırıma gitmişlerdir.

Nedensellik ve belirlenimcilik ilkeleri kartezyen bilimi oluşturur. Bu görüşe göre evren, mekanik biçimli bir makineye  benzer. Hareketli bir cismin başlangıçtaki durumunu hatasız ölçebilirsek, gelecekte herhangi bir andaki durumunu da kesinlikle belirleyebiliriz. Newton, mekaniğini bu ilkeler üzerine kurar. Mekanik doğa tasarımı, nedenselliğin belirlenimci yorumunun doğaya içkin kılınmasıdır. Bu dönemde bilim, evrende olup biten her şeyi açıkladığı savındadır ve tartışmasız güvenilir görünümü ile felsefeyi dışlamıştır. Daha sonra Newton mekaniğin çok büyük ve çok küçük alanlardaki bazı olguları açıklayamadığı ortaya çıkınca, güçlüklerin çözümü yolunda girişilen çabalar iki büyük düşünce sisteminin doğmasına yol açmıştır.

Bunlardan biri zaman, uzam, kütle gibi kavramların mutlak değil, ilişkin olduğuna dayanan Einstein’in Nesnel İlişkinlik Kuramı, diğeri ışığın sanıldığı gibi sürekli bir akış değil, tam tersine süreksiz ve kesik paketçiklerden oluştuğu savını getiren M. Planck’ın Kuantum Kuramı’dır. İki sistem de kendi alanlarında Newton mekaniğini geçersiz kılmış, insan düşünce ve tasarım gücüne daha geniş ilerleme olanağı sağlamışlardır.

Klasik fiziğin yerini modern fiziğe bırakmasıyla gerekircilik ilkesi de hoşörülü bir söylemle sınırlanmış oldu. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi determinist nedenselliğin yerine belirlenmezcilik/belirlenimsizlik/indeterminizm kuramını koymuştur. Belirlenmezcilik, nedensellik yasasına bağlı olmayan, bir nedene bağlanmayan olgu, olay ve durumların da bulunduğunu öne süren görüştür.

Bu yeni tutum, bilime güvensizliği değil, daha çok kesinlikçi bilginin yerine göreli ve olasılı bilginin geçtiğini belirtir. Yeni fizikte nedensellik ilkesi mekanist/belirlenimci biçimiyle değil, olasılı nedensellik yorumuyla olgular dünyasına uygulanır olmuştur. Newton fiziği ya da klasik fizik, klasik mantık çerçevesinde, üç boyutlu uzam ve mutlak zaman tasarımlarına dayalı, mekanist/belirnlenimci bir fiziktir. Einstein fiziği, klasik mantık çerçevesinde,dört boyutlu uzam ve ilişin (relatif) zaman tasarımlarına dayalı başka bir fiziktir. Heisenberg fiziği, klasik mantık çerçevesinde anti-mekanist ve anti-belirlenimci bir fiziktir. Reichenbach, kuantum fiziğinin sonuçlarını çok değerli mantık altında ele aldığından, bu mantık çerçevesinde yeni bir fizik daha düşünülmektedir.

Bu farklı yaklaşımlar, olgular dünyası ile kavramsal/kuramsal dünya arasında bire-bir değil, bire-çok ilişkinin bulunduğunu göstermektedir. Her tür bilgi gibi bilimsel bilgi etinliği de tek ve biricik bir akıl yürütme tipine dayalı olmadığından; doğayı bilmemize aracılık eden ilkelerin değişik oluşu, bunlarla kurulan dünyaları da değiştirmektedir.

Günümüz aydınları arasında dogmaların doğruluğu ve geçerliliği açıkça yadsınmakta, dogmatik yapılara yol açacak metafizik sonuçlara varmaktan özenle kaçınılmaktadır. Ancak, her ekolün kendi çalışma biçimini doğru kabul edip, diğerlerinin metafiziğe düştükleri savları da gözden kaçırılmamalıdır. Bütün bu ayrılıkçı görüşleri birleştirmek yolunda da çeşitli sistemler geliştirilmektedir. Bunlar içinde ekosistem görüşü en yaygın olanıdır. Bu görüş insanın, doğayı (ekosistem) kendi için (sosyal sistem) kılarken bozabildiğini ve kendi yaşamını diğer unsurlarla birlikte tehlikeye sokabildiğini söyleyerek, yaşamın insan ve doğa bütünlüğü içinde (ekososyal sistem) ele alınması gerektiğini önermektedir. Bu anlayış bilim felsefesini etkilemiş ve yeni tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmaların temelini çağdaş bilgi kuramlarında öne sürülen “özneden bağımsız bir nesnel bilgi kuramının kurulamayacağı” görüşü oluşturur. Bu aşamada, bilim adamlarında ekolojik sorumluluk bilincini oluşturma yönünde yeniden felsefeye başvurulmaktadır.

Çağdaş yaklaşımda özneden kopuk ya da bağımsız nesne yoktur. Bilim adamı konusu karşısında bellirli ilgi, bilgi ve bakış açıları yani kültürle donanmış durumdadır. Bu nedenle bakış açıları da bilim adamının bilgi ve değer yargılarına göre değişmektedir. Bu da bize bilimsel nesne karşısında öznenin kurucu bir rolü olduğunu gösterir.

Kuantum fiziği şu olguyu açığa çıkartmıştır: Bir elektron ya da fotonne bir parçacık ne de bir dalgadır. Kimi şartlarda parçacık, kimi şartlarda dalga gibi davranır. Uygun bir söylem, onların bazen dalga bazen de parçacık oldukları yönündedir. Çünkü elektron ya da foton, deneyi yapana bağımlı olarak davranmaktadır. Eş deyişle deney sonuçları sorunun konuluş ya da deneyin düzenleniş biçimine bağlıdır.

Elektronu nasıl gözlemleyeceğime dair bilinçli kararım bir dereceye kadar elektronun özelliklerini belirlemektedir. Ona parçacıka ilgili soru sorarsam, parçacıkla, dalga ile ilgili bir soru yöneltirsem, dalga ile ilgili yanıt gelecektir. Bu demektir ki elektronun insan aklından bağımsız özellikleri yoktur. Bilinç ve madde, gözlemcive gözlemlenen arasındaki kesin ayrım atom fiziğinde geçerli değildir. Sonuçta bilincimiz devreye girmeden doğadan kesinlikle söz edemeyiz.

Şaşkınlık verici bu durum karşısında fizikçiler şu sorulara yanıtlar aramaya başladılar:

  • Yerini ya da hızını saptadığımız parçacık, biz deneye başlamadan önce de var mıydı?
  • Ya da biz onu düşünüp deneye başlamadan, orada herhangi bir parçacık var mıydı?
  • Yoksa biz deneylediğimiz parçacığı kendimiz mi yaratıyoruz?

Ünlü fizikçi J. Wheeler “Evren, katılımcıların katkısı ile var olmuş olabilir mi?” sorusunu ortaya atarak kuantum fiziğinde “katılımcı” kavramını öne çıkardı. Bu yeni anlayışa göre; gerçeği değiştirmeden gözlemlemek ya da objektif kalabilmek olanaksızdır. Bir parçacık çarpışması deneyi gözlemliyorsak, biz onu gözlemlemesek de sonucun aynı olacağını kanıtlayacak bir yolumuz yoktur. Tüm bilgilerimiz göstermektedir ki sonuç aynı olmayabilir, çünkü o anda elde ettiğimiz sonuç parçacığa doğrudan baktığımız gerçeğinin bir sonucudur. Kendimizi sahneden soyutlayamayız. Biz doğanın bir parçasıyız ve ne zaman doğayı anlamaya çalışırsak doğanın “kendi kendini anlamaya çalıştığı” gerçeğinden başka bir şey düşünülemez. Kuantum fiziğinin fizyolojik düşüncesi, evrende varolarak görünen kendimiz dahil herşeyin, gerçekte bütünsel bir organik yapının ayrılmaz parçaları olduğudur.

Bilime ve bilimsel bilgiye ölçü arama çabaları çağımız bilim felsefesinde iki büyük ekolü öne çıkartmıştır. Biri doğrulama ilkesini öne süren, kendilerine Mantıkçı Olgucular diyen mantıkçı pozitivist görüş, diğeri de Popper’in öncülüğünü yaptığı ve Lakatos’un geliştirdiği eleştirel akılcılık görüşüdür. Bunun yanında görelilikçilik (Kuhn), uzlaşımcılık (Duhem), konstrüktivizm (Dingler) yöntemsel anarşizm (Feyerabend) gibi akımlar ve Althusser gibi isimler de bilimi, kendi görüşleri doğrultusunda eleştirmiş, yeniden yorumlamış ve açıklamaya çalışmışlardır.

Mantıkçı Pozitivizm ve Doğrulama İlkesi

Viyana Çevresi olarak da tanınan mantıkçı olgucuların en önemli konusu, bilimsel önermelerin anlamını kesin ve eksiksiz olarak tanımlamak ve bilimi anlamsız buldukları metafizik önermelerden temizlemek olmuştur. Bilimin tabanı deney olmalıdır diyen çevreciler, sağlam ve güvenilir bilgiye tek örnek bilimsel bilgiyigörmüş ve bilimsel bilgiyi de olgusal bilgi olarak değerlendirmişlerdir. Matematik ve mantık önermelerini eşsözsel/totoloji olarak görmüş, eğer bir önerme sınanamıyorsa saçmadır yargısına ulaşmışlardır. Duyum dışı tüm bilgiler olanaksızdır diyerek, Kant anlamındaki metafiziği kestirip atmış, Tanrı ve her türlü teolojik bilgiyi de geçersiz kılmışlardır. Felsefî birikimi adeta yok sayarak felsefeyi, bir aydınlatma, çözümleme ve bazı durumlarda anlamsızlığı ortaya koyma etkinliği olarak tanımlamışlardır. Felsefe, bilimde olduğu gibi doğrulanabilir bir yapıda olmalı ve ancak bir bilim eleştirisi, bir bilim öğretisi olarak varlığını sürdürmelidir. Geliştirdikleri doğrulama ilkesi, bir önermenin doğru olup olmadığının, gözlem, deney ya da mantık ve dil kurallarına dayanarak saptanması demektir.

Karşıt-Mantıkçı Pozitivizm ve Yanlışlama İlkesi

Pozitivistler gibi K. Popper de bilimselliğe bir ölçüt bulmak istemiş ve pozitivistlerin doğrulama ilkesine karşı, bilim felsefesinde çığır açan yanlışlama ilkesinisavunmuştur. Popper’e göre, bilimin özelliği, doğrulanabilir değil, yanlışlanabilir olmasıdır. Kuşkusuz bilimsel kuramların olgulara uygun olmaları ve olgular tarafından doğrulanabilmeleri gerekmektedir. Ancak bir kuramın bilimsel olma niteliği kazanabilmesi için, bu kuramın varolan ya da olanaklı olan bir olgu tarafından yanlışlanmaya açık olması, Popper’in deyimiyle, potansiyel olarak yanlışlanabilir olması gerekir.

Örneğin Einstein, İlişkinlik Kuramı’nı oluşturduğunda şu soruyu sormuştur: “Hangi koşullar altında kuramımı savunamam veya hangi olguların kuramı yanlışlaması söz konusu olabilir?” Böylece Einstein, Genel Görelilik Kuramı içinde ışığın gök cisimlerinin çekim alanından geçerken sapması gerektiğini, eğer bu olay gözlenemezse kuramının yanlışlanacağını öne sürmüştür. 1919’da yapılan gözlemler sapmanın olduğunu gösterince bilimsel kuramların yanlışlanabilir bir özellik taşıdığı kabul edilmiştir. Popper kendi görüşüne eleştirici rasyonalizm der. Çünkü ona göre bilimsel yasalar hep hipotez niteliğindedir. Hipotezden çıkarsanan deney sonuçları gerçekleşmezse, hipotez yanlışlanmış olur. Yerine yeni hipotez konulmalıdır. Bu bağlamda, doğrulama, her türlü sınamaya karşın, yanlışlanamamış olmak demektir. Bu da bizi “mutlak ve kesin bilgi”ye değil, “bugün için geçerli bilgi” anlayışına götürür.

1960’larda bu iki görüşe karşı çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir. Bilim tarihçisi T. Kuhn’a göre bilimsel kuramlar birer karşılaştırma modeli (paradigma) olup biz bunları olgu ya da olaylarla karşılaştırmak için kullanırız. Bilimde önce paradigma oluşturulur. Paradigmalar birer kavramsal sistem olup her kavramı özgün biçimde tanımlanmıştır. Kendi içinde tutarlıdır ve kendisiyle karşılaştırılan olayları yine kendi içinde açıklar. Bu nedenle onların doğru ya da yanlışlığından söz edilemez. Onlar olgu ve olayları açıklama yönünde ya uygun ve geçerlidir, ya da yeterince kullanışlı değildir. Paradigma veri kabul edilirse normal bilim yapılmış olur. Değiştirilmeye çalışılırsa devrimci bilim ortaya çıkar. Bilim evrimsel yolla değil, devrimsel yolla sıçramalar yaparak gelişir.

Tek ve kesin olarak geçerli bir bilimsel yöntemin olmayışı, kuramların ancak kaba ve yaklaşık biçimde geçeri olmaları ve çeşitli alanlarda birden çok kuramın olması kuramsal çoğulculuk görüşünün gündeme gelmesine yol açmıştır. Feyerabend’e göre, bilim iki ilkeye bağlı kalmalıdır. Çoğalma ilkesi ve inat ilkesi.Çoğalma ilkesi, bakış açısı çok iyi kanıtlanmış ve genel geçer kabul edilmiş kuuramlara karşı değişik kuramlar (mitler, inançlar, siyasal sistemler dahil) bulma ve geliştirmeyi amaçlar. Farklı bilgi türleri, olayların farklı düzenlenmesi ve farklı yanıtlar demektir. Hangi tür bilginin başarılı olacağının önceden bir garantisi yoktur. Bu nedenle birbirine alternatif tüm bilgilerin birbirleriyle yarışmasına olanak tanınmalıdır. İnat İlkesi ise, birçok kuram arasından en verimlisini seçmek ve karşılaştığı güçlükler çok önemli olsa da (eskimişlik gibi) bu kuramdan vazgeçmemektir. Feyerabend’e göre, aynı anda birbiriyle çelişen çok sayıda kuram bulunmalı ve bu kuramların savunucuları onları olumsuz yanlarını ısrarla çözmeye çalışmalıdır. Özgür bir toplumun kendini yeniden üretebilmesinin ana koşulu, her tür bilgiye kendini ifade etme olanağı tanımaktır. Çünkü bilim adamları ile din ya da siyaset adamlarının diktatoryası arasında nitelik farkı yoktur.

Görüldüğü gibi bilimsel olmakla da yaşamla ilgili olguların eleştirel biçimde ele alınmadan çözümlenmesi olanaklı değildir. Ancak bu sonuç kesinlikle bilimdışı bir arayışa girmemizi gerektirmez. Önemli olan, sorunları bilimsel yönde ele alarak toplumsal ilişkilerin belirlenilmesinde bilimsel tutumu egemen kılma çabasıdır. Bu çaba, kesinlikçi bir bilim anlayışı ile değil, eleştirel ve tartışmalı bir bilimsellikle yapılmalıdır.

Çağdaş bilimsellik, kesinlik taşıyan sonuçlara ulaşma yerine, ilişkide geçerlieleştiriyedeğişme ve gelişmeye açık bir raporlaştırmalar sürecini benimser. Toplumsal yaşam içinde bilim ve bilim felsefesi, kendine özgü bir uzmanlaşma alanı olduğundan, bireyleri ilgilendirecek olan daha çok bilimsel tutum olmalıdır.Bilimel Tutum, konulara art niyet ve önyargıdan uzak, inançlardan arınmış, kısa ve kolay yoldan sonuçlara ulaşmaktan kaçınan, gerçekçi, nesnel, şüpheci ve eleşirel bir yaklaşım biçimidir. Bilimsel tutumu edinmiş kişi, olgu ve olaylar arasında mantık, matematik ve estetik ilişkiler kurarak yeni sonuçlara varabilme yeteneği kazanır ve gelecekle ilgili geçerli ön deyilerde bulunmaya çalışır. Bilimsel nitelik kazanmak, biriktiren kişilikten, araştıran, eleştiren, ve katkıda bulunan kişiliğe dönüşmektir. İstenen insan, açık-seçik olan, yaşamının her noktasında kendini yeniden gözden geçiren, üretilmiş bilgileri ezberleyen değil, aklın bilimsel yöntemler doğrultusunda kullanarak ortak bilgi birikimin, yeni bilgilere ve yapıtlara dönüştüren, yaratıcı ve üretici insandır.

Değerli okuyucular,

İnsanın bilinci ve dünya görüşü, kavramlarıyla sınırlıdır. Bilinçli varlık olarak insan, doğayı ve kendini bu kavramların anlam derinliği ve genişliği ölçüsünde kavrar. Bilim, sanat, toplum ve din gibi farklı alanların kavramları kendi dizge ve bağlamlarında özel anlamlar taşırken, disiplinlerarası ilişkileri kurmak, ortak anlam çerçevesinde yaşamı bütünsel bir kavrayışa taşımak felsefe ile olanaklıdır.

Bilimsel bilgi insanı bilgilendirir, ancak aydınlatmaz. Aydınlanma, felsefe ile bilimsel bilginin bireşiminde gerçekleşir; bu ise sonuçta bilimsel tutum olarak kavramlaştırılır. Felsefesiz bilim insanı bilim işçisine (teknokrat) indirger. Bilimde kuramsal yapılar, yorumlar, ve geleceğe yönelik tasarımlar felsefesiz olanaksızdır. Felsefe öyle bir kavram dilidir ki, tüm yaşam olgularını anlamlı kılar; insan bilincini eleştirel yapıya büründürerek tüm dogmaları, ön yargıları parçalar ve özgürlükçü, eşitlikçi ve hümanist bir yaşamın yolunu oluşturur.