Hepimiz günahkârız!
Günahın ne olduğu irdelendiğinde, onun mahiyeti karşısında akıl sahibi her beşer bir günahkâr olduğunu kabul edecektir.
Günah, teolojik bir kavram olmanın çok ötesindedir aslında. İnsanın ruhunu, evrimini, yaratılışını, güvendiği, inandığı, kendini dayandırdığı her şeyi kapsar. Ve insan, nefesi kendisinde olup, yaşadığını, yaşamın içinde var olduğunu, olmaya çalıştığını, olması gerektiğini her fark ettiğinde kendisine bir cennet arar. Üstelik henüz bir bebek iken kovulduğu cennetten daha pekin, kendisine rağmen günahsızlığın bir lütuf olarak ona sunulduğu bir cennet…
Bu anlamıyla cennet günahsızlığın özlemidir. Barış, barışıklık, huzur, sükûnet istemi bu özlemin yansımasından ibarettir sadece. Ve kendisini günahsız hissetmek isteyen insanoğlu, günahından kurtulmak için onu yükleyebileceği bir şey arar.
İlksel insanlar günahlarını totemlere yüklediler. İlksel insanda belirli olarak ortaya çıkan ilkellik, sadece insanlık tarihinin belirli bir zamanını ortaya koymaz. Ayrıca insan şuurunun bir aşamasını kapsadığından, her insan kendi hayat sürecinde bu ilkselliği dolaysız olarak deneyimler. Dolaysızdır çünkü ilkellik demek, şuurunda olmaksızın yaşamak demektir.
Talih getiren hareketler, şanslı objeler, uğurlu sayılar ve şuurun şuursuzca kendini emanet ettiği varsayımsallıklar her insanın kendi ilkelliğidir. Ve nesnelere yüklenen bu bulutsu gerçeklikler insanı ancak ufak başarı ve başarısızlıklar durumunda tatmin edebilir veya oyalayabilir. Günahın yüklenmesi için ilahi kabul edilen kalem, koltuk gibi kırılıp bozulmayan ve sayı ya da inancalar gibi soyut olmayan, elle tutulur bir gerçekliğe ihtiyaç duyulur ki bu da ancak bir hayvandır.
Günah keçisi ile şeriatın öne sürdüğü buydu. Doğrusu Tanrı’nın hayvan kanına hiçbir zaman ihtiyacı olmadı, ama insanın maddi olarak kendisinden feragat ettiği kurban adağı, akıtılan kan ile manevi yönünü de rahat ettirdi. Halen daha birçok inancanın temelini oluşturan bu ritüel insanı rahat ettirmektedir, çünkü canlıyı kurban ritüeli ile günah maddi bir bedel karşılığında hafifletilmiş olur. Hukukun diliyle müebbet hapis, maddi bir yaptırıma dönüşür.
Ancak huzursuz insan tabii ki bununla da tatmin olamaz, çünkü Aziz Pavlus’un da dediği gibi insanın varoluşu günaha yazgılıdır. Kendisinde hüküm süren bu günah ondaki değişme, farklılaşma arzusundan ileri gelmektedir.
Tinsel varlığı nedeniyle insan reddedilemez bir gerçek olarak asla bir hayvan olamaz. Zira hayvan maddi varoluşuyla dolaysız bütünlük içindedir. İnsan ise her an farklı olmaya meyilli ve değişimin arzusu içindedir. Bu arzu aynı zamanda kararsızlık olarak onu daima bir boyutta günahkâr kılmaktadır. Ve insan, kendisinin bir hayvan olmadığını bildiğinden, masum bir hayvanın, kendi günahlarının bedeli olamayacağını da sezer. Yine de değişiyor olmanın kaçınılmaz çelişkisi omuzlarındadır.
Her çocuk, çocukluğunu ergenler karşısında bir noksanlık olarak algılar. Ergen ise yitirdiği çocukluğunu asla dönüp yakalayamayacağı bir kayıp olarak bulur anılarında. Geçmiş daima yitirilmiş olanı imlediğinden hasret ve hüzünle yâd edilir ve geçmişiyle dolaylı olan insan için günahsızlık kendi ellerinin kudreti ile aydınlatamayacağı bir karanlıktır artık.
Ve artık insan bu günah bedelini yükleyebileceği bir insan bulmak zorundadır. İçine nefsinin bütün pisliğini boşaltacağı ve meydana çıkan kokudan kendisini sorumlu ve huzursuz hissetmeyeceği bir çukur arar. Bu devasa çukurlara din adamı, mürşit, şeyh, baba, dede nihayetinde kutsal insanlar gibi isimler yükleyerek uydurduğu, tam anlamıyla “nefsine uygun hale getirdiği” terapistler yaratır.
Hz. İsa gibi 2000 yıl öncesinin kişiliğine, sırf pisliğini dökebileceği daha pekin bir çukur bulamadığı için iman eder insan. Önünde diz çöker. Resimleri karşısında yalvarır. Aslında ihtiyacı olan, günahlarını omuzlarından alacak birisidir sadece. Çok merhametli ve aslında nefsini hoş karşılayacak… İsa yani nice İsa’lar birer aracıdırlar ancak. Doğrusu günahkârın ne Buda, ne Muhammed, ne de mukaddeslerin herhangi biri umurundadır. Öyle olsaydı eğer, huzurlu hissettiğinde de aynı şevkle ve mutluluğunun güzel günlerinde de sevinçle yâd ederdi kendisine kefaret olanın ismini. Oysa keyfi yerinde olan insanın mutluluğunda bir mırıltıdır mukaddesler. Ve yalvarışındaki haykırmaların şiddeti duyulmaz sevinçli günlerinde.
Kabul edelim, aslında hepimiz günahkârız. Ve Tanrı işimize yaradığı kadar gerçektir hayatlarımızda. İhtiyacımız olduğu kadar vardır ve günahımız kadar büyüktür ancak! Yine de kendi nefsimden gayriye söyleyecek tek bir sözüm olmadığından, sözümün muhatabı yine benim. Günahkârlığını kabul etmeye davet ettiğim ise her gün başka olan benlerimdir. Ve bu mesele de ancak benimle ve bende duran günahla ilgilidir. Bunca yıl sonra hâlâ…