Felsefe yapabilmenin birinci şartı öncelikle bir bardağa sahip olmaktır. Çünkü felsefe bu alanda eğitim almamış bir akıl için başlangıçta salt “düşünce olarak düşünce” değildir. Akıl düşünce olarak düşünceye, yani arı düşünceye evrilir. Bu bir yükselmedir ve yükselmenin aracı yöntem geliştirmek veya belirli bir yönteme uymaktır. Akıl, kavrama geçişi önünde hazır bulduğu duyusal gerçekliği, yani dışsal şeyleri yadsımakla elde eder. Bunun yöntemini kendi çabasıyla geliştirmeden önce, o yolu yürümüş yetkin akılları takip ederek yani felsefi metin okumasıyla aşar (Ya da tüm bir felsefe tarihinden habersiz olarak onu baştan keşfetmesi gerekir ki bunun bir zaman kaybı olacağını anlar).
Bu okumaların uzun soluklu olması kaçınılmazdır, zira metin okumalarında sürekli başa dönülmesi, yanlış anlamaların olumsuzlanarak her defasında yeniden başlanabilmesi gerekir. Felsefi etkinlik bu nedenle ciddi bir uğraştır ve masa başı çalışmayı gerektirir. Masa başı çalışması uzun soluklu ve yüksek dikkat gerektiren bir süreyi de gerektirir. Tüketilen bu zamanın nitelikli hale gelmesi yeme, içme gibi ihtiyaçların azaltılması yani dikkat kaybının en aza çekilmesini, böylece masadan kalkmadan uzun süre oturarak, olası ihtiyaç nesnelerinin masada en baştan hazır tutulmasını gerekli kılar. Bu nedenle bir düşün adayı için kâğıt, kalem ve su bardağı elinin altında durmalıdır.
Düşüncenin sağlıklı ilerleyişi aklın kendini kâğıtta somut hale getirmesini zorunlu kılar. Düşünmek, daha doğrusu düşüncenin tutarlılığı düşünenin ifadesindeki bütünlükte belirginleşir. İfade edilemeyen, düşünülmemiştir. Düşüncenin bu somutlaşma evresinde kalem aklın, kâğıt ise zihnin dışavurumudur. Dolayısıyla bunlar akıl için olumsuzlanacak birincil nesneler olarak görülmez. Kâğıt ve kalem henüz olumsuzlanmaması gereken ihtiyaç nesneleridir. Ama bardak öyle değil. Bardak samimi düşünme adayı için olumsuzlanacak ilk belirgin duyusal biçimdir. Öyleyse felsefi düşünce etkinliği ilk olarak bardağı yani ihtiyaçsızlık nesnesini olumsuzlayarak başlar.
Bardak malzemesinin dışsallığı nedeniyle hemen olumsuzlanmaya yatkın duyusal bir biçimdir. Ancak ilerleyen aşamada biçimin olumsuzlanabilmesinin, içeriği de olumsuzlamayla dolaylı olduğu anlaşılır. İçerik, biçim kadar kolay teslim olmaz. Çünkü ilkel bir akıl için biçim, ilişkisiz arı bir dışsallıkta durur. Akıl için bu dışsallık olumsal bir dışsallık olduğundan, olumsuzlananın aklın kendisi olduğu bilinmez. Halbuki içeriği olumsuzlamak istediğinde soyutlama bu denli kolay değildir. Çünkü içerik ilişkidir. Ve anlağın şeyi içeriğinden olumsuzlaması varlığı tümden ortadan kaldırmaya götürür. Bu ise felsefi düşünmeye yeni başlayanların kaçınılmaz olarak düştüğü bir olumsuzluktur. Varlığı olumsuzlayarak ortadan kaldırmak sorun değildir, asıl sorun düşünenin kendini ortadan kaldırmadan, yani kendini, olumsuzladığı varlıktan ayırmasının olanaksızlığındadır. Öyle ya, varlık “basitçe” ortadan kaldırılırken, düşünen ben var olmaya nasıl devam edebilirim? Bununla birlikte düşünce için belirginleşen şu olur; aslında bardağın olumsuzlanması ile varlığın tümden inkârı arasında fark yoktur.
Öyleyse bardak sıradan bir varoluş nesnesi değildir, varoluşun tümünü kendinde somutlayan gerçektir. Ve şimdi bardak varlığın tümünü, hatta varlık öncesini, varlığın ilk durumunu ve onun ebediliği sorunsalını da kendinde taşır. Dolayısıyla bir bardağı, sıradan bir bardağı olumsuzlamak ilkin onun neliğini tam kavramayı gerekli kılar. Çünkü artık bardak varlıkla ayrılmaz bir bütünlük içindedir ve onu Tanrı’nın dolaysızca yaratmış olması dahi bu durumu ortadan kaldırmaz. Zira eğer Tanrı bu veya şu varoluşun, ya da bizim için bu bardağın nedeni ise, bardak bu anlamıyla Tanrı’yla dolaysız birlik içindedir. Böylece daha en baştan akıl şunu kavrar: “Bardağı bilen Tanrı’yı bilir…”[1]
Bardak akılsal olarak ortadan kaldırıldığında, olumsuzlanan bardağın olumsallığı olacaktır. Zira burada olumsuzlanan duyusal bardak değil, bardağın hayalidir. Bu kabul bir anlamda gözümü kapattığım zaman bardağın artık var olmadığını söylemek gibidir ki bu bir oyun olarak çocuklukta deneyimlenir. Diğer yandan bu sadece bir oyundur. Duyumcuların, duyumsamadıklarını yok saymaları bu anlamıyla anlağın her insandaki erken çocuk evresine işaret eder. Bardak, ben onu görmesem de vardır. Görmemem onun varlığını değil, benim algımdaki eksikliğe işaret eder. Eğer dedikleri gibi olsaydı gözleri doğuştan kör olan biri için var olanların sadece duyulur olduğu ama bunların görünmez olduğu sonucu çıkardı. Olumsuzlamanın bu biçimi gerçekle ilgisizlik içindedir.
Bardağın sonsal bir gerçeklik olmadığını bilirim. Varoluşun başından beri onun bardak olmadığını, kısa bir zaman önce bir hammaddeden yapıldığını ve bir süre sonra önce rengini, sonra biçim ve işlevselliğini kaybedeceğini de. Nihayet ona bardak denilemeyecek soyut bir biçime ulaşacağını ve giderek baştaki hammaddeye geri döneceğini bilirim. Bu hammaddenin bardağın tözü olduğuna ve tözlerin de tözleri olduğuna hatta tüm tözlerin biricik tözü olduğuna akılla ulaşırım. Buradan da varoluşun başlangıçta töz olduğuna veya başka bir arkheden oluştuğuna; onun sperma, ether veya atoma olduğuna ulaşabilirim. Daha da ileri giderek atom altı düzeyde onun enerji olduğunu da dile getirebilirim. Burada başardığım şey ise duyumsadığım gerçekliğin tözüne gitmektir. Tözüne giderim ve bardak diye bir şey olmadığını, bardak diye görünenin enerjiden başka bir şey olmadığını söylerim. Ve bununla bardağın somut gerçekliğini inkâr etmiş, onu yok saymış olurum. Ancak şimdi inkâr ettiğim yalnızca bardağın varoluşu değildir. Bardak ortadan gerçek olamayan bir şey olarak kaldırıldığında, onda somutlanan insan emeği, kültür, tarih vs. de kaldırılmış, daha doğru bir ifadeyle yok sayılmış olur. Zira bardak somut bir bardak olarak insan emeğinin somutluk kazanması, bir o kadar da sanat ve estetik biricik somutluğudur. Bardak yoksa onda somutlanan emek ve sanat da yiter.
Ayrıca bardak dilsel bir içeriktir. Dışsal bir şeye işlevselliği ve toplumun/insanlığın ortak bir deneyim nesnesi olarak “bardak” denilmiştir. Başka dillerde bu şey farklı isimlerle seslendirilseler de o şeyi anlak için tanımlı kılan bardaklığıdır. Bardak bu anlamıyla belirli bir şeyin adıdır. Yine de isim sadece dışsal bir giydirme değildir. Çünkü o bir kültür nesnesi olarak bu isimle ortak kullanıma çıkar. İsim işitsel bir şey olarak sonradan olsa da o şeyin tanımlı hale gelmesinin de neticesidir. Şeyin ismi varoluşsal zorunluluk taşımaz. Bir şeyin ismi şu veya bu olabilir. Ancak şeyin bir isminin olmaması onu tarih dışına iter. Zira tarih, aklın tarihi olarak somutluğunu belirlemede bulur.
Bardak benim için bir isim olduğundan ve isim önsel bir somutluktan kaynaklandığından bardak daima belirli bir bardaktır ve bu bardak benim için (onu kabul edip etmemekten bağımsız olarak) bir kültür olgusu, kültür nesnesidir. Ve ben bardak aracılığıyla kültürle bağ kurarım. Kültür basit bir bardakla dahi bende varlığını sürdürür. Öyle ki kültürel ilişkilerden soyutlanmış bir bardak düşünemem. Benim için sadece işlevsel olan bir bardağın imgesi dahi bende kültür nesnesi olarak yer bulur. Bu her disiplin ve tinsel bilme alanını da dahil ederek uzar gider.
Konunun özü, felsefi bir metni anlamlandırma çabasına giren her düşünür için, masasında o anda hazır olarak bulduğu sıradan bardak, bütün bir varlığı; varlığın bütünlüğünü temsil eder. Bu bardak veya şu ya da bu nesne sıradan bir şey değil ama varlığın belirişi olarak düşüncenin önünde durur. Bardak o anda Tanrı’nın bir yaratısı olarak değil Tanrı’nın kendisi olarak içeriktir. Zira Tanrı veya düşüncedeki Tanrı, kendini tarihte açımlar. Bu tarih bilmenin tarihi olarak aklın içeriğidir ve Tanrı gibi insan da bu akıldır. Böylece tarih (ki somut tindir) Tanrı’nın olduğu kadar bardağın da tarihidir. Böylece bir şey olarak bardağı bilmek aklın içeriğini, akılda somutlanan tarihi ve Tanrı’yı bilmektir. Bardağı yitirmek, aklı yitirmektir…
[1] Metin Bobaroğlu