Babel

15 Aralık 2016

Alejandro González Iñárritu tarafından yönetilen 2006 yılı yapımı Babel (İbranice kargaşa sözcüğünü çağrıştırıyor) filmi, ismini Tevrat’ta ve Kur’an’da da geçen ayrıca dünyadaki başka yerel efsanelerde de kendini duyuran, Babil Kulesi’nden alıyor. Babil Kulesi’nden Tevrat’ın yaratılış bölümünde şöyle bahsedilir:

“… Ve bütün Dünya’nın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear (Sümer) diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin, kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. Yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve âdemoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi.”[1]

Çünkü Rab bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. Kıssa, insanın ilişkide ve iletişimde en yüksek uyumu araması ve bunu yapılandırması mücadelesinde, sürekli uğraşını anlatmaktadır. Fakat bu imge mutlak bir yenilgiyi temsil eder çünkü kule yapıldıkça bir taraftan yıkılmaktadır. Kur’an’ı Kerim ise Bakara Sûresi 102. âyette de Babil’den bahseder. Hârut ve Mârut isimli iki melek, insanları imtihan etmek için Allah tarafından Babil’e gönderilirler. Burada insanlara sihir öğretirler. Melekler sihrin küfür olduğunu söyledikleri halde insanlar sihir öğrenmekte ısrar ederler ve karı-kocayı ayırmaya yarayan sihirler öğrenirler. Babil’den Yâkût el- Hamavî’nin yazmalarında ve Lisân el- Arab’da bahsedilir. Öyküye göre tüm insanlar rüzgârın önüne katılarak bir yerde toplanırlar. Buraya sonradan Babil denir. Babil’de insanlara Allah tarafından değişik lisânlar tahsis edilir ve yeniden rüzgârla geldikleri yere dağıtılırlar.

Babel filminin teması işte bu dağılmışlığın getirdiği iletişimsizliğe dair. İlginçtir film, bir peygamberin çölde yürüyüşünü anımsatırcasına bir Orta Doğulunun ıssız arazide yürüyüşü ile başlar. Hem sırtında hem başında beyaz bir aksesuarı taşımaktadır. Birazdan sırtında ki beyaz çuvaldan çıkaracağı silahı bir köylüye satacaktır. O esnada bebeklerini yeni kaybetmiş olan Amerikalı genç bir çift ilişkilerinde ki iletişim sorunlarını çözmek için Fas’ta bir otobüs turunda bulunmaktadırlar ve gerginlikleri sürmektedir. Bu sırada civar köylerden birinde söz konusu silah satışı olur ve silahı alan şahıs onu çobanlık yapan çocuklarına verir. Çocullar tüfekle atış yaparken uzaktaki tur otobüsünü vururlar. Otobüsün içerisinde Amerikalı çiftten kadın olan şahıs boynundan vurulur. O sırada çiftin Amerika’daki evinde iki çocuklarına bakıcılık yapan Meksikalı göçmen kadın, erkek yeğeni ile birlikte oğlunun düğününe gitme hazırlığındadır. Riskli bir davranış olmasına rağmen koşulları kontrol edemediğinden çiftin çocuklarını da yanına almak zorunda kalacaktır. Bu esnada Japonya’da sağır bir genç kız öfkesini kontrol edemediği için voleybol maçında kırmızı kart yemektedir. Aynı anda Fas’ta otobüs durmak zorunda kalır ve yaralıyı bir köye alırlar.

Japon genç kızın annesi yakın dönem de intihar etmiştir. Babası ise kendini özel zevklerine, özellikle Ortadoğu da dâhil yaptığı av turlarına adamıştır. Kızıyla ilişkisi kopuk ve görev içerikli durmaktadır.  Tur yolcuları Mısır’da otuz Alman turistin boğazının kesildiğini söyleyerek, yaralıyla kocasını orada bırakmak istemektedir.

Yaralama olayı, Fas polisine bildirilir ve soruşturma başlar. Meksika sınırında arabanın içinde Amerikalı çiftin çocukları, bakıcıları ve yeğenine anne ve babalarının, Meksika’nın çok tehlikeli bir yer olduğundan bahsettiklerini söylemektedirler. Onlar da “Evet! Çünkü orada Meksikalılar yaşıyor” diye yanıt vermektedir. Japonya’daki sağır genç kız kendini kimseye anlatamadığı gibi kimse de onunla seks yapmıyordur ve aslında o da yaşıtı erkeklerde aradığı duygusal ve cinsel olgunluğu bulamıyordur. Fas polisinin soruşturması olayları giderek bir çatışmaya doğru ilerletecektir. Ayrıca yaralamada kullanılan silahın bir süre önce Fas’a avlanmaya gelen bir Japon turistten alındığı tespit edilir. Meksika sınırında düğünden dönmekte olan arabadaki Meksikalılar, Amerika’ya girişte uğradıkları yoğun polis tacizi sonunda sınırı hızla geçerek çöle girmek zorunda kalırlar. Fas’ta yaralıyı bekleyen tur otobüsü çifti orada bırakarak kaçmıştır.

Babel’in aradığı yanıtlardan bir tanesi de dil ve etnik farklar, gelişmişlik düzeyleri, ulus bilinci, milliyet unsurları, mesafeler, teknolojik ve kültürel ayrımlar, dünyayı medya bilinci ile yorumlama derken insanlık olarak kaybettiğimiz temel değerler neler? Birbirimizden yoksunluğumuzun ne ölçüde farkındayız?… Bu yüzden film “Dinle” sloganıyla yayınlanmıştı. “Devletler ve milliyetler olmadan beraber yaşayabileceğimiz ortak bir varoluş zemini olabilir mi?” gibi ütopik bir soruyu da hafifçe aralayan film, büyük bir yabancılığı ve tanışmamışlığı da göz önüne seriyor. Babel filmi hakkında “Always Classic” kullanıcı adlı kişinin bir yorumunda şu görüşlere yer verilmektedir:

“Günümüzün global dünyasında, Marshall McLuhan’ın da belirttiği gibi, dünya artık “küresel köy” haline gelmiştir. Teknolojinin gelişimine koşut bir şekilde, iletişim ortamları artmış, insanlar dünyanın en ücra köşelerinden bile birçok bilgiye ulaşabildikleri gibi, istedikleriyle de görüşme imkânına kavuşmuştur. Teknoloji tabanlı bu değişim, iletişiminde boyut değiştirmesini beraberinde getirir. Yüz yüze iletişim etkinliğini kaybederek, yerini kitle iletişim araçları vasıtasıyla sağlanan, teknoloji tabanlı dolaylı iletişime bırakır. Bu dolaylı iletişim insanın sosyal varlığını zedeleyerek, bireyi izolasyona sürüklediği gibi kitle iletişim araçlarının da önemini arttırır. Kitle iletişiminin öneminin artması ise beraberinde birçok sorunu da getirir. Bunların en bilineni de, tek tip bir popüler kültürün genele yayılması sorunudur. Kitle iletişim araçları, genele hitap etmek için her kültüre ayrı ayrı yayın yapamayacağına göre, mevcut kültürleri parçalara ayırarak egemen olanın kültürünü genel kültürmüş gibi göstererek, bunun yayılmasını sağlar. Bu tavır yerel kültürlere zarar verdiği gibi, genel söylem içinde etkinlik kazanan ırkçı ve eşitsizliğe dayalı birçok klişeyi de beraberinde taşır. Toplumsal gerçekliği oluşturmada en çok kullanılan araçların böyle tehlikeli söylemlerle dolu olması, insanlar arasında hoşgörüsüzlüğün hızla artmasına da olanak tanır. 11 Eylül olaylarından sonra, neredeyse artık her Kur’an okuyan Müslümanın cihada kalkışacağı, her uçağa binen Arap kökenli insanın terörist eylemde bulunacağı gibi bir intibaa uyandırılmıştır. Bu ve buna benzer intibaların uyandırılmasında ve insanların bilinçaltlarına kadar işlenmesinde, kitle iletişim araçlarının belirli din, dil ve ırkları ötekileştirerek, basite indirgemeci ve ticari manasıyla paketlenmiş bir şekilde sunması da etkilidir”.[2]

21. yüzyılın önemli sanat adamlarından John Berger’in “Kıymetini Bil Her şeyin” isimli kitabı, bir entellektüelin, dünya sanki bir deniz kabuğuymuş da kulağına dayayıp bütün sesini dinliyormuşçasına kaleme aldığı küresel bir duyarlılığı içerir. Yazar, Irak’tan Madrid’e, Ramallah’tan İstanbul’a, Lübnan’dan, Paris’e yapılan bu duyumsamaların “Neredeyiz?” isimli durağında şunları söyler:

“İnsanlar her yerde ─ çok farklı koşullarda- kendilerine “Neredeyiz?” sorusunu soruyor. Bu coğrafî değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan bir tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?

Tuzu kuru uzmanlar yanıtlıyor: Küreselleşme. Postmodernizm. İletişim Devrimi. İktisâdî Liberalizm. Tümü palavra, baştan savma terimler. Kaygıyla sorulan, “Neredeyiz?” sorusuna uzmanların ağızlarının içinde yuvarlayarak verdiği yanıt, “Hiçbir yerde!”[3]

Babel, dünyanın her yerinde aynı insani sıkıntıların yaşanabildiği gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Bu yüzden icat edilen ve geliştirilen her şeyin ötesinde “insanlığı” arıyor. “Ne yapacağız?” Bürokrasinin ulaşılmazlığı, kolluk kuvvetlerinin mekanikliği,  uygarlık ve insan arasında ki kopukluk, teknoloji ve iletişimin en üst noktasında sağır bir insanın kendini duyurmak için intiharın eşiğine gelişi, göçmenlere karşı önyargılar, Ortadoğululara karşı önyargılar derken Berger’in eleştirisi ile ben de el sıkışmak zorunda kaldım. Bu yazıyı hazırlarken bildiğim bütün iletişimcileri iştahla tespit edip tek tek metinleri tararken aynı çaresizliği ve uydurulamazlığı ben de yaşadım. Bu yüzden o kaynakların hiç birisi bir katkıda bulunamadılar.

Metin Bobaroğlu “İnsan Üç Kez Doğar” isimli çalışmasında ekinler arasında ki iletişimin yetersizliği açısından şu tespitlerde bulunur:

“Günümüzde artık dünyanın hiçbir yerinde tek ekinli bir yaşam olanaklı değildir. Bu nedenle ekinler arası iletişim ve bildirişimin önemi büyüktür. Ekinsel içe kapanmalar, iletişimi kestiği için kişi kendi ekinsel yaşam biçimini tek yaşam biçimi olarak algılar ve ötekinin yaşama hakkını benimsemez. Bu giderek ekinsel özümsemeye yönelir, bu da ekinleştirmedir. Ekinleştirme öteki ekini ikinci özne konumuna sokar ve eşitlikçi bir ilişki yerine baskın ve egemen öznenin istencine boyun eğdirilir. Böyle bir zorlamanın sonucu ekinsel bir soykırımdır. Bunun örnekleri insanlık tarihinde neredeyse her toplum için vardır. Öyleyse günümüz insanının ben ve öteki sorunsalını bir varolma hakkı bağlamında yeniden ele alması gerekmektedir.”[4]

Babel, küresel kaygıları arasında ergen sorunlarına ve onların günümüzdeki konumlarına da el atıyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu konunun fonu Japonya. Japonya’nın kullanılışı bugünkü medenî ve teknolojik düzeyin dışavurumu açısından çok yerinde bir seçim olmuş. Bir gösterge ve iletişim devi olan ülkede sağır ve dilsiz kız Chieko, yukarıda da biraz değindiğimiz gibi ne babası ile ilişkisinde ne de toplumla ilişkisinde kendini duyumsayamamaktadır. Yaşıtları erkek ve kızların dünyası ise eğlence, uyarıcı ve boşluk doludur. “Always Classic” şöyle devam ediyor:

“Gerçeklikten koparak, bilgi ve eğlence bombardımanı altında tutulan birey, iletişim kanallarının da tek yönlü oluşu ve mekanikleşmesi nedeniyle sosyal varlığını gittikçe yitirmektedir. Günlük hayatın koşuşturması içinde ebeveynlerle de gerekli iletişimin kurulamaması özellikle çocukların, gerçekle fantezinin iç içe geçtiği, aşırılıkların ve kepazeliklerin diz boyu olduğu, genel-geçer zevklerin, modaların, anlık reflekslerin ve manipülatif mesajların prim yaptığı sahte bir evrenin içinde kaybolup gitmelerine neden olur. Yaşadığı gerçekliğe anlam veremeyen, içinde yaşadığı dünyada kaybolan birey, kendisine olduğu gibi çevresine de yabancılaşır”.[5]

Bu sırada Fas’ta kültürler arası yabancılığın getirdiği krizler art arda yaşanmaktadır. Amerikalı kocanın Faslılara karşı zaman zaman buyurgan tavrı, yolcuların bölgeyi kaçarak terk edişi, beklenen yardım konusunda yaşanan sorunlar, ─bunlardan bir tanesi helikopter için hükümetin hava sahasını açmaması ve haklı yere olayı terör eylemi olarak üstlenmeye yanaşmaması-…derken, “Always Classic” şunları ekliyor:           

“Amerikalıların, Faslılardan şüphelenerek onların göndermek istedikleri ambulansı durdurmaları ve geçiş izni vermemeleri, siyâsî paranoyanın tıpkı Soğuk Savaş dönemindekine benzer boyutlara ulaştığını açıkça gösteriyor. Bu noktada globalleşen terörün ve çoğunlukla “İslamcı terör” olarak da adlandırılan köktendinci hareketlerin aslında, kapitalizmin kendisine bir karşıt oluşturmak için türettiği imgelemler olduğunu da anlıyoruz. Soğuk Savaş dönemindeki sosyalist ideoloji yerini global terörizme bırakmış gibi gözükse de, kapitalizmin saldırgan politikalarının devam ettiği gerçeğini gözlemlemek mümkün. Bu da kapitalizmin her zaman belli ideolojileri karşısına alarak, onları, ötekileştirmek ve kendisine düşman ilan etmek suretiyle, kendi yayılmacı politikasını sürdürmede kullandığı gerçeğini gözler önüne seriyor”.[6]

Yüzyılımızın önde gelen medya kuramcısı ve düşünürü Jean Baudrillard oluşturduğu simülasyon kuramında burada değinilen gerçekleri ele alır. Sahici bir iletişim, deneyim ve uzlaşmanın önünde ki en büyük engellerden olan simülasyon, beraberin de büyük bir yalnızlaşmayı ve yabancılığı da getirmektedir. Şu an medyada insanlık nasıl gösteriliyorsa o şekilde hem kendimizi hem de ötekini benimsemekteyiz. Her kavram simülatif olarak medyadan aktığı için hiç bir şey üzerine derinlemesine düşünülmemekte, kahvaltı yaparken rahatlıkla, cinayet, bombalama ve terör eylemleri seyredilip bir eğlence programına veya futbol maçına geçilebilinmektedir. Bireyler ise her şeyin farkında oldukları gibi modern dünyanın getirdiği rahatlıktan da çıkamamaktadırlar. Her şey görüntüden ibarettir ve artık görüntülerin içeriklerinin de birbirlerinden bir farkı kalmamaktadır. Sudan’da savaş sürerken televizyonu kapattığın da savaş, birey için bitmektedir. Ama aynı simülatif yaklaşım duyarsızlaştırmak yerine uyarıcı olarak da kullanılabilmektedir. Baudrillad, “Simülasyon ve Simularklar” kitabında bu konuya şu şekilde yaklaşır:

“Simülasyon her zaman gerçekten daha etkilidir. Nükleer bir felaket simülasyonu evrensel ve bildik caydırma girişiminin gizli stratejik nedenidir. Amaç halkları salt bir güvenlik ideolojisi ve disiplini doğrultusunda yönlendirebilmek, onları çatlak ve kaçak metafiziğine uygun hale getirmektir. Bunun için çatlağın bir kurmacaya dönüştürülmesi gerekmektedir. Çünkü gerçek bir felaket şeylerde gecikmeye neden olabilir. Dışa dönük tipte bir patlamaya benzeyeceğinden, (üstelik bu felaket olayların akışında hiç bir değişikliğe neden olmayacaktır) örneğin Hiroşima olayı insanları evrensel bir caydırma sürecini yaşamaktan alıkoyabildi ya da geciktirebildi mi? Bu ters yönde (yani gelişmeye karşı, gelişmenin tersi sayılabilecek) bir kaza olacaktır.”[7]

Bu açıklamaya göre demek ki umut ve olgunlaşma bir zorunluluk olarak insanın özünde var. En kötü zamanlarda bile insanlığın bilgeliği engellenemez bir refleksi geliştirmeyi başarabiliyor.

Aynı anda Meksika’da ise düğünden dönen kaçak göçmen kadın yeğeniyle beraber sınırda karşı karşıya kaldıkları büyük krizi atlatmaya çalışmaktadırlar. Kadının göçmen bürosu ile yaşadığı süreç on beş yıllık emeğinin bir anda boşa gitmesine yol açacaktır. Aidiyet sorunun getirdiği bölünmüşlük ve çaresizlik çok canlı bir Meksika sunumuyla anlatılıyor. Üç farklı bölgeden dünyaya bakan yapım mutluluğun ve saadetin ne olduğu konusunda da soru işaretleri bırakıyor. Yine “Always Classic”e kulak verirsek şöyle bir öneri getiriyor:

“Sürekli kafamızda oluş(-turul)an klişeler ve belli düşünce kalıpları yüzünden, kendimiz dışında kalanları “öteki” diyerek değersizleştirdiğimiz, onlardan uzak durduğumuz, onlarla karşılaştığımızda ise, bu klişelere daha da sıkı sarıldığımız gerçeğinden yola çıkan Babel, iletişim kanalları tıkanan, yabancılaşmış bireylerin, ancak yaşadıkları trajedilerle birbirlerine bağlanabildiği gerçeğini de su yüzüne çıkarıyor. Ortaya koyduğu gerçekçi tabloya rağmen, film kapanışındaki mesajıyla umudunu korumayı ihmal etmiyor. Belki yönetmen, Babil Kulesi efsanesindeki kabilenin durumuna düşmemek için Babel ile kendince bir uyarı yapıyor. Teknoloji ve bilim temelinde yükselen modernizmin ve farklılıkların yok oluşunu simgeleyen modernitenin iflasını gözler önüne seriyor. İnsanın kendi geliştirdiği, ileriye götürmesi beklenirken onu geriye götüren, teknoloji toplumunun hastalıklı yapısını ve bireyin içine düştüğü acınası insanlık durumunun da vehâmetini bu sayede daha net anlatma imkânına kavuşuyor. İnsanların sadece acıların, felaketlerin ve afetlerin çevresinde bir araya geldiği, önyargıları yüzünden sürekli karşılarındakilere korkular beslediği ilginç bir çağın dışavurumunu sunuyor. İçerikten çok görüntünün önem kazandığı bir dünyada, içeriğe verdiği önemle ve bireye yaklaşımıyla, kişilerin kendi yarattıkları fantazyalarından oluşan pembe dizili dünyalarını da sarsmaya çalışıyor. Bütün bunları ortaya koyarken de, Andre Cornad’ın “Hayata ve kültüre açık tutum, bu sorunun kökleşmesini önlemenin yegâne araçlarıdır.” sözünü onaylayarak, filmini üç kıtaya ve beş farklı dile yayarak, hoşgörüye, çeşitliliğe, hayata ve insanlığa olan inancını koruyor. Karakterlerin yaşadıkları trajediler ile iletişim kurmanın ve önyargılarımızdan arınmamız gerektiğini de yarattığı tezatlıklar ile çok yerinde anlatıyor. Dilin aşılamaz bir engel olmadığını, insanların görüntüler ve müzikler başta olmak üzere, sanatın çeşitli boyutlarıyla da ortak bir iletişim alanı yaratabileceklerini açık yüreklilikle filminde işliyor.”[8]

Çalışmanın adı: DİNLE, görsel kurgu: Evren Gül, fotoğraf: Eraydın Erdoğan

Theodor Adorno ise aynı konuyu Martin Heidegger’den yaptığı alıntı ile şu şekilde açıklamakta:

“Duyma ve anlama kendini sözü edilene önceden kenetlemiştir. İletişim faaliyeti ve formülleri böylece konu ile öznenin arasına girerek özneyi tam da bütün bu lakırdının neyle ilgili olduğu konusunda körleştirir. Hakkında konuşulanın bizâtihi kendisi, artık daha geniş daireler çizmeye başlamakta ve egemen bir karaktere kavuşmaktadır. Bu böyledir, çünkü herkes öyle demektedir, deniyor olur artık.”[9]

Babel, sınırları haritaların ötesinde okuyan bir film. İnsanın her yerde insan oluşunu ve aczini ama bu aczin bizi birbirimize muhtaç ettiğini ve yineleyerek insanlaştırdığı gerçeğini aktarıyor. Bunu da oldukça gerçekçi bir şekilde yapıyor. Hatta filmin ─olumsuzladığı simülatif -yanılsamalı ve yabancı dünya saf dışı edilircesine- büyük bir bölümü, el kamerasıyla çekiliyor. Böylece insanı “gerçeklikte” bütün yönleriyle deneyimlemeye çalışıyor. Umut ve inanç dolu bir yapım olan Babel, sınırların zorlanması, esnemesi, hem olumlu hem olumsuz anlamda aşılması, ortadan kalkması ve kesişmesini güçlü bir sinematografiyle anlatıyor. Hemen ele gelmeyen, sözcüklerin ötesinde bir dili anlattığı gibi bunu duymaya da çağırıyor. “Dinle”, hatta “Anlaşılmak istiyorsan önce dinlemelisin” dediği burada gizli.

Kaynakça: 

https://4kutsalkitap.wordpress.com/2012/11/21/tevrat-bolum-1-11-babil-kulesi/

http://sanattarihivearkeoloji.blogspot.com.tr/2013/03/arkeoloji-arkeoloji-sanat-tarihi-babil-babil-kulesi-babilin-asma-bahceleri-.html#random

https://tr.wikipedia.org/wiki/Babil

http://www.turkcebilgi.com/babil_kulesi

John Berger, Kıymetini Bil Her Şeyin, Metis yayınları, 2007.

https://www.facebook.com/metinbobaroglu/posts/10152835219595240

http://www.frmtr.com/film-tanitimlari-ve-sinema-haberleri/950063-babel-2006-detayli-pdt.html

• Thedor. W. Adorno, Sahicilik Jargonu Alman İdeolojisi Üzerine 1962- 1964.

• Jean Baudrillard, Simulasyon ve Simularklar, Çev: Oğuz Adanır, Doğu- Batı Yayınları

http://www.harabe.net/topic/16297-babil-kulesi-efsanesi/