2004 veya 2005 yılının Haziran ayında tur kapsamında turistik bir ziyaret için Mardin’deki Mor Gabriel Manastırı’na gitmiştik. Hava oldukça sıcaktı ve grubun çoğunluğu orta yaş ve üstü hanımlardan oluşuyordu. Güneşin altında kapıda uzun süre beklemek zorunda kaldık. İçeri alındığımızda ise, din görevlisi olduğunu tahmin ettiğim bir adam, elinde bir romanla yüksek bir yerde durup bizi karşıladı (veya hoş gelmediğimizi anlatmak için elinden geleni yaptı). Güneşin altında neredeyse yarım saat bekledikten sonra bu tarz bir muamele açıkçası bizi biraz sinirlendirdi. Sonra gruptan bir hanım bu adamla Arapça konuşmaya başladı. Kadınla adam sohbet ettikçe (bu arada adam yukarıda, kadın aşağıda duruyordu) adamın yüzü değişmeye başladı. O asık suratlı adam gitti, yerine gülümseyen hoş sohbet birisi geldi. Hanım ile daha sonra konuştuğumuzda, babasının uzun süre Suriye’de görev yaptığını, bu nedenle bölge kültürünü ve dilini çok iyi bildiğini anlattı. Bizim din görevlisi, bu hanım ile konuştuktan sonra bize manastır ve kendi inanışları hakkında bilgi vermeye başladı. O gün çok şey anlattı, düşünce sistemimde büyük bir sarsıntı yarattı, bu nedenle kendisine hâlâ minnettarım. O gün din görevlisinin anlattıklarının ne olduğunu detayıyla hatırlamıyorum, ama ağzım bir karış açık onu dinlediğimi hatırlıyorum. Ben o gün orada geleneği gördüm. Beni şaşırtan şey ise, geleneği(mi) bir Hristiyan manastırında görmüş olmamdı. Seneler sonra farklı bir geleneği(mi), Belgrad’daki bir katedralde gördüm. İçinde tamirat devam eden katedralde dini bir müzik vardı. Gözlerimi kapadım ve aynı şaşkınlığı tekrar yaşadım. Camide sanat müziği çalınması çok tuhaf gelmişti. Bana ait olan gelenekle, olmayanı ayırt edebiliyorum. Örnek olarak, Avrupa’daki gelenek bana ait değil. Peki, o zaman gelenek tam olarak nedir? Neden ve nasıl bu kadar içeriden yakalayabiliyor?
Bruce Lipton Youtube’daki
videosunda[1],
bilincin insan zihninin ancak küçük bir bölümünü oluşturduğunu, insan zihninin
büyük kısmının bilinçaltından etkilendiğini, bilince ulaşmak için kullanılan
yöntemlerin (akla dayanan konuşmalar veyahut ikna yöntemleri gibi) pek bir işe yaramadığını,
bilinçaltına ulaşmak için başka yöntemlerin kullanılması gerektiğini, insanın çocukluk yaşlarında bir çeşit hipnoz
durumunda olduğunu, bilinçaltının temellerinin bu dönemde atıldığını, hipnoz
ortamının şekillenmesinde anne faktörünün önemli olduğunu, daha sonraki
yaşantısında insanın bu hipnoz durumundan çıktığını, bu dönem ve sonrasında
tekrar eden davranışların zamanla bilinçaltını etkilediğini, dolayısıyla
bilinçaltına ulaşmada çocukluk dönemi hipnozu ile daha sonra tekrarlanan
davranışlar olmak üzere iki yöntem olduğunu belirtmektedir.
Bu konuda çok derin
çalışmalar yapmadım, ancak görebildiğim kadarıyla her toplumda şu veya bu
şekilde oluşan gelenek, tekrar eden davranışlar yoluyla fertlerin bilinçaltını
etkileme yoluna gitmektedir. Burada din ve gelenek konusunu ayırmak
gerekmektedir. Aynı din içinde farklı tekrar yöntemleri bulunabilir. Farklı
dinler de aynı geleneğin içinde kendilerini ortaya koyma yoluna gidebilirler. Bruce
Lipton bilinçaltına ulaşmada “süper öğrenme” adını verdiği üçüncü bir yönetim
daha olduğunu belirtir. Ancak, bu yöntemin adını verdikten sonra içini
doldurmaz. Bu onun hatası değil. Bilim süper öğrenme konusunda sessiz
kalmaktadır. Bu çizgiden sonrası dinin alanına girer. Din bilinçaltına ulaşmaya
çalışırken günlük dili veya bilimsel dili kullanmak yerine, rüyaların dilini
kullanır. Kutsal kitapların bir kısmı tuhaf hikâyelerle doludur, ama nedense bu
öyküler bizlere yabancı gelmez. Bu şekilde mantık yürütürsek, örnek olarak, “İslami
rüya yorumları” kavramı anlam kazanmaya başlar. Süper öğrenme ve kutsal
metinlerin rüyaların dilinde yazılması bir araya gelince aklıma Barış Özcan’ın Doğu
kültürlerindeki döngü kavramları ile ilgili videosu gelmektedir.[2]
Muhteşem bir videodur, izlemenizi tavsiye ederim. Doğu kültürlerinde devamlı
olarak iki unsur öne çıkmaktadır. Birincisi, içinde bulunduğun döngüyü anlamaya
çalış ve ona saygı duy. İkincisi ise anlama ve saygı duyma aşamalarından sonra
o döngüyü kır ve bir üst döngüye geç. Bu kültürlerde Tanrı veya yerine
kullanılan kavram genelde sonsuz iyilik olarak tanımlanmamaktadır. İyilik (yeşillenme, büyüme, zuhur etme) ve
kötülük (solma, çürüme, fena) varoluşun aşamaları olarak tasvir edilmekte ve
sonsuz iyilik olmayacağı gibi sonsuz kötülük de olmayacağı unsuru vurgulanmaktadır.
Varlık nedir sorusunu Batı kültürü iyilik
(zuhur etme) ile cevaplarken, Doğu kültürleri döngünün bizatihi kendisine
işaret etmektedirler. Bu durumu görsel hale getirerek örnek vermek istersek, aşağıdaki
ilk resim Batı kültürünün varlık anlayışını resmetmektedir. Herhangi bir hava
durumunun anlık resmi. İkincisi ise, Lorenz Çekicisi adı verilen hava
durumunun matematiksel olarak formüle edilmiş şeklidir.[3]
İkinci şekilde sistem deterministik, belirli bir şekilde hareket etmektedir.
Ama aynı zamanda kaotiktir, çünkü fonksiyon asla aynı hat üzerinde hareket
etmez. Doğu bilgeliğinde hiçbir yaratılışın aynı olmadığı, varlığın devamlı
değişim halinde olduğu, ama yine de sistemin belirli bir formda hareket
ettiğini açıklayan çok iyi bir örnektir.
Aslında bu fark
anlayış farkından çok, seviye farkıdır. Döngünün sadece ilk yarısına işaret
eden anlayış, döngünün tamamına işaret eden anlayışın altındadır. Daha doğru
bir ifadeyle ikincisi birincisini kapsar ama ondan daha fazla ve daha farklı
bir şeydir. Ama tam tersi geçerli değildir. İlkinde hedef zuhur aşamasının
kesintisiz devamıyken, ikincisinde amaç bilincin yükseltilmesidir. Bu nedenle
birinci grupta olanlar dua ederken “Tanrı’m bana şunu ver, bunu ver. Bana
iyi davran sevdiklerin arasında yer ver” derken, ikinci grupta olanlar “Her
şeyin en iyisini sen bilirsin,” derler. Birinci gruptakiler bilinçaltına
ulaşmada çocukluk hipnozu ve tekrarlama yönetiminden haberdarken, üçüncü yöntem
olan süper öğrenme kavramını bilmezler. İkinci gruptakiler ise her üçünü de
bilirler. Aradaki fark budur. Döngü ve varlık meselesini resim halinde değil de
şiir halinde yaz dense, “Anlamak Mesih’tir”[4]
mısraını kullanırdım. Süper öğrenme tam olarak nedir? Aslında çok basittir. Gerçekle
yüzleşerek çok ama çok utandığınız bir anı düşünün. Veya asla kaybetmem
dediğiniz bir şeyi kaybettiğinizi düşünün. İşte tam olarak budur. Anladığım
kadarıyla hayat nedir dense cevabım, süper öğrenme için kurulmuş bir tiyatro
olurdu. Batı kültürleri “Neden varız, Tanrı neden kötülüğü yarattı, Bu kadar
acı ve üzüntü neden var” diye sorduklarında herhangi bir cevap
veremiyorlar. Doğu kültürleri ise bu süper öğrenme meselesini
içselleştirdikleri için bu sorunun neden sorulduğunu bile anlayamıyorlar. Lorenz
Çekicisi’ni temel almış düşünce yapıları, iyilik
ve kötülükten oluşan ilahi hareketin
aslında tek bir şeyi devamlı olarak zikrettiğini fark ederler: “Bilincini yükselt, senin amacın bu.”
Peki, tüm bu hususlar
neden önemli? Yaşayıp gidiyoruz işte, bu kadar lafın ne önemi var? Siyaset
bilimi hali hazırda tıkanmış durumdadır, yeni bir anlayış ortaya koymakta
sıkıntı çekmektedir. Belki de siyaset bilimini Batı kültürel paradigmasından
çıkartıp, Doğu kültürel paradigması içinde yeniden yorumlamak gerekmektedir. Bu
ihtiyacın sürükleyici unsuru hiç beklenmedik bir alandan gelmektedir: Nöroloji.
Örnek olarak, bu dalda yapılan çalışmalar, psikopat
veya sosyopatlığın beynin biyolojik
yapısı ile ilgili olabileceğini göstermektedirler. Bu beyin yapıları toplumun %2-3’ünde
bulunmaktadır. Yüzden fazla insan tanıyorsak, çok büyük olasılıkla bunlardan
birkaç tanesi tanıdığımız olabilir. Sosyopatların hayatta başarılı olma şansı
diğerlerine göre ortalamada daha yüksektir.[5]
Bu durumda mükemmel bir siyasi sistem kursak bile, eninde sonunda sosyopat ve
psikopatların bu sisteme zarar vermelerini engelleyemeyiz. O yüzden en “İyi
sistem nedir?” sorusu bir kenara bırakılmalıdır. Esas olarak, nöroloji ile
siyaset bilimi arasındaki ilişkinin iyi anlaşılması gerekmektedir. Daha doğru
bir ifadeyle, insanlığın gen havuzunu oluşturan matris ile siyasi sistemler
arasındaki ilişki nasıl bir çekici fonksiyon ortaya çıkarmaktadır? Mesela psikiyatristler
ve nörologlara görev mi verelim, bütün psikopat ve sosyopatları bulsunlar ve hepsini
öldürelim. Gen havuzundan bu şekilde yok etmiş olabilir miyiz? Muhtemelen
hayır. Peki, yok etmemiz gerekiyor mu? Bu akıllıca bir şey olur muydu? Bu
sorunun sağduyulu cevabını öjenik kavramını icat eden Batı düşüncesi veremez,
çünkü ontolojik olarak yanlış bir noktada durmaktadır. Bu sorunun cevabını Doğu
düşüncesinde aramalıyız. Sağa doğru salınımın ölçüsü sola doğru salınımdır. Bireysel
ve kolektif süper öğrenme için bu tip faktörlerin varlığı önemli mi?[6]
Belki bu grup sisteme ihtiyaç duyduğu hareketi kazandırıyordur, belki empati
yeteneğinin bu derece hareket kazandırma kabiliyeti yoktur? Olaya başka bir
noktadan bakarsak, hapishanelerdeki suçluların toplumun geneli ile
karşılaştırıldığında anlamlı bir şekilde yüksek oranı bu gruptan oluşmaktadır.
Ancak aynı şey askerler için de geçerlidir. Hatta cerrahlar için de aynı şeyin
söylenebileceği tahmin ediliyor. Ya bilim insanlarının otizm veya Habermas Sendromuna
yatkın olmaları? “Evrenin Sırları” programında (Morgan Freeman, Discovery
Channel) beyin konusu işlenir. Beyin taraması konusunda çalışan bir bilim
insanı, uzun yıllar boyunca hapishanelerde, özellikle de psikopatların beynini
taradıktan sonra, kendi ailesinin de beyin taramalarını çekiyor. Herkes normal,
bir kişi hariç. Ailede bir psikopat var: Kendisi.
Bilim insanı kendi beyninin psikopat beyni olduğunu fark ediyor. Sonra etrafına
kendisi hakkında ne düşündüklerini soruyor, biraz çekilmez ama neşeli bir adam
olarak görüldüğünü öğreniyor. Adamın gerçek anlamda psikopat davranışlarına
sahip olmamasının muhtemel nedeni, çocuklukta ailesinden gördüğü ilgi ve şefkat.
Bir grubu yabancılaştırmadan önce pek çok soruya cevap vermek gerekir. Gen
taramaları ile beyin taramaları pek çok konudaki farkındalığımızı
yükseltecektir. Teknolojinin ilerlemesi yeni insan hakları ile ilgili konuların
ortaya çıkmasına neden olacaktır. Peki, bizler insan hakları konusunda
gerçekten bu sorularla başa çıkmaya hazır mıyız?
Bu konu öylesine
kapsamlı ki, psikopatlara yaklaşım sorusu gelecekte ortaya çıkabilecek
sorularla karşılaştırıldığında çocuk oyuncağı gibi kalabilir. Örnek olarak, hızlı
nüfus artışının yaşandığı falanca coğrafi bölgede, kişi IQ’su oldukça düşükse
ve bu insanlar durmadan birbirilerini öldürüyorlarsa, bu bölgelerde ortaya
çıkan kargaşa olasılığı küresel düzeni tehdit ediyorsa, o zaman ne yapacağız?
İnsan hakları kavramını yeniden tanımlamamız mı gerekir? İnsan Hakları Beyannamesi
düzeltilmeli mi? Yoksa onlar yerine bizim mi bir üst bilinç seviyesine
geçmemiz gerekiyor? Baştaki konuya dönersek, toplumun düzeltilmesi kadından
başlar, çünkü istese de istemese de kadın çocukların hayatın ilk döneminde
bilinçaltının temelini atmaktadır. Empowerment of women diye bir kavram var.
Kadının güçlendirilmesi olarak da çevrilebilir. Yüksek bilinçte çocuklar
yetiştirebilmek için yüksek bilinçte anneler yetiştirmek gerekmektedir. Bunun için de kendi kıyamını gerçekleştirmiş
anneler gerekmektedir.[7] Bu nedenle, annelere
düzenli maaş bağlayalım onlar kendilerince öylece takılsınlar seçeneği çözüm
değil. Cam tavan meselesi de bir işe yaramamaktadır. Herkese CEO olmayı önermek
Chicago Okulu düşüncesinin bir başka versiyonudur ve başımıza çok iş açmıştır.
İkinci husus tekrar
eden davranışları içselleştirmek. Geleneklerin yoğunlaştığı alan burasıdır. Her
gelenek, belirli bir kalıp yoluyla bireylerin bilinçaltını şekillendirmeye
çalışmaktadır. Geleneklere savaş açmak sağduyulu bir yaklaşım değildir,
kaçınılması gerekir. Sadece meseleyi iyi anlamak gerekir. Ruh ve din
bilimcilerin ortak çalışması, hatta her iki konuda da uzman olan bilim
adamlarının yetiştirilmesi bu konudaki iyileştirmelere büyük katkı
sağlayacaktır.[8] Ayrıca,
ezanın Türkçe okunması da büyük fayda sağlayacaktır. Her gün beş kere ilahi
mesajın annenin dilinde dinlenmesi, bilinçaltında köklü değişikliklere neden
olacaktır. Annenin dili dışındaki dillerdeki ilahı hatırlatmalar, dinin
erilleşmesine ve otoriter hale gelmesine neden olacaktır.
Üçüncü öneri ile
ilgili olarak şu kritik sorunun sorulması gerekmektedir. Bir insanın süper
öğrenme imkânının elinden dolaylı olarak da alınması insan haklarına uygun
mudur? Daha net ifade etmek gerekirse, sıcak sobanın elini yakacağını çocuğuna
öğretmek için en iyi yöntem nedir? Annenin uyarısı? Annenin aynı uyarıyı
defalarca söylemesi? Yoksa çocuğun elinde küçük bir yanık olması mı? Ya ruh
göçü varsa? Ya ölürken yanımızda bilinçaltımızın en derin halini de alıyorsak?
O zaman yüksek derecede korumalı yaşanmış bir hayat boşa yaşanmış bir hayat olmayacak
mı? Peki ya saltık akıl? Boşa yaşanmış hayatlarla yüklü bir toplumda bir üst
seviyeye nasıl geçilebilir? Siyaset bilimi açısından dikkat edilecek nokta,
toplumun devamlı olarak belirli sabit bir denge içinde olması gayretimizden
vazgeçmemiz olacaktır. Onun yerine, dinamik denge kavramı çerçevesinde Lorenz
Çekicisi gibi toplumsal fonksiyonları izlememiz gerekir. Fonksiyon kendi
dinamikleri içinde salınıyor mu? Cevap evet mi? Sorun yok. Fonksiyon yerli
yerinde olduğu sürece inişler ve çıkışlar normaldir.
Ya sistem,
öngörülenden daha fazla salınmaya başlarsa? Bu sorunun cevabını verebilmek için
Sihirli Şehir[9] filmini öneririm.
Filmin konusu kısaca şöyle: “Dünyada birtakım olumsuz şeyler olması üzerine kurucu
babalar insan soyunun devamı için yer altında bir kent inşa ederler ve o
kentin belirli bir süre dayanabileceğini hesaplarlar. Bu arada doğanın kendi
kendine düzeleceğine ve insan yaşamına tekrar uygun olacağını ummaktadırlar.
Sürenin sonunda insanlığın çıkış yapabilmesi için gerekli bilgileri bir kutuya
koyarlar ve yöneticilere teslim ederler. Kuşaklar birbirini takip eder ve bir
zaman kargaşa çıkar, kutu herhangi bir evin arka odasındaki dolabın altında
unutulur Kentte altyapı sorunları çıkmaya başlar. Bir süre sonra insanların
orayı terk etmesi gerekmektedir, ancak genel bir umursamazlık ve görmezden
gelme yaygındır. İki çocuk kutuyu ve çıkış yolunu bulurlar ve kente geri dönüp
insanları kurtarmaya çalışırlar. Şimdi soru şu: Ya yaşadığımız ilahi
paradigmalar bu şekildeyse? Ya ilahi sistem en baştan bir süre sonra çökmek
üzere kurgulandıysa ve çıkış için gereken bilgiler insanlığa en başta
verildiyse ve biz buna din diyorsak? Bunun için de filmdeki iki çocuk gibi
kendi kıyametini yaşama cesareti gösteren bireyler gerekiyorsa? Aslında Marks
da tam olarak bu duruma işaret etmektedir. Marks, sermayenin döngüleri
konusunda muhteşem analizler yaparak, sistemin sonunda kendi kendine
çökeceğini, bu çöküşten önce insanlığın çıkış yolu bulması gerektiğini
söylemiştir. Sovyetler Birliği çöktü, o zaman Marks’ı çöpe mi atalım? Kolektif
çıkışa hazırlanmak için acaba önce bireysel kıyametleri mi hazırlamak
gerekmektedir? Bireyleri karnı tok sırtı pek, anasının babasının dediğiyle
yaşamını sürdürmekten memnun halde tutmak, insan haklarının mı yoksa hayvan
haklarının mı alanına girmektedir? Acaba insan hakkı bireysel kıyametini hayata
geçirebilecek, fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bireyler mi yetiştirmektir? Bence
bunun cevabı Doğu’dadır. Doğu düşüncesini nasıl yeniden içselleştirebiliriz? Budist
olacak halimiz yok ya? Bu topraklarda çeşitli isimler altında tekrar tekrar ortaya
çıkan bir başka geleneğe başvurulması gerektiğini düşünüyor ve Irène Mélikoff’u
rahmetle anıyorum, dediği gibi; Uyur İdik Uyardılar.[10]
[1]
https://www.youtube.com/watch?v=7TivZYFlbX8&list=LLnnG5JCBLNkvtC5kpa-p93g&index=222&t=0s
[2]
https://www.youtube.com/watch?v=uxgqns2CF6k
[3]
https://www.youtube.com/watch?v=B6vIw2DWYeE
[4]
https://www.youtube.com/watch?v=bPOPQCpHDi4
[5] Martha Stout, Yanı
Başınızdaki Sosyopat, Pegasus Yayınları, 2009, s. 16,17
[6] Stout, a.g.e., s.
254
[7] Bunun için de
kadının çalışması önemlidir. Ayrıca, yuva, kreş ve hatta kreşlerde revir
hizmetinin büyük faydası olacaktır.
[8] Örnek olarak şu
eserden çok şey öğrendim: Abdülkerim Bahadır, Jung ve Din, İz
Yayıncılık, 2010, İstanbul
[9] https://www.youtube.com/watch?v=P5f7rswhmRI
[10] Irène Mélikoff, Uyur
İdik Uyardılar, Demos Yayınları, Çev. Turan Alptekin, 2011, İstanbul, s.
109-128 (Yedinci Bölüm)