Ayın Konuğu: Nursel Nacar

6 Kasım 2016

Çok genç yaşlarda öğretmen olduğunuzu ve yaklaşık 10 yıl kadar bu mesleği icra ettiğinizi biliyorum; nasıl gelişti bu tercih ve neler anlatmak istersiniz bize okul yıllarınız hakkında diye sorarak başlayalım mı röportajımıza?

Deniz’ciğim, ben 1955–56 yılı Haziran mezunuyum, bugünden bakıldığında bir 56 sene daha ediyor galiba. O zaman öğretmen okulları vardı ortaokuldan sonra, Köy Enstitüleri kapatılmıştı o zaman –ki onlar ilkokuldan sonra kabul ederlerdi öğrencileri. Ben doğma büyüme İstanbulluyumdur ama Edirne’de Öğretmen Okulu’nda 3 sene yatılı okudum. O zaman liseler de 3 seneydi zaten. Babasız büyüdüm. Aslında hemşire olmak isterdim ben, hasta bakayım diye. Bir yandan da sevdiğim şey makine mühendisliği gibi meslekler idi ama o tarihte yoktu öyle şeyler. Evdeki bozulan şeyleri, elektrikli aletleri falan hep ben tamir ederdim gençliğimde. Her şey gelirdi elimden. Ama öğretmen olmak hiç aklımın ucundan geçmezdi.

Annemden gizli girdim ben Öğretmen Okulu imtihanına. Okul, iyilerden olan bir iki talebeyi aday göstermişti o zaman, ben de onlardan biriydim ve annemden habersiz girdiğim imtihanı kazandım. Benim kabul edildiğim sene ilk defa sözlü imtihan da yapılmıştı. Yazılıları, Matematik, Türkçeyi kazandıktan sonra Edirne’ye gittik, üç gün A’dan Z’ye sözlü imtihan ettiler bizi. 40 talebe birlikte gitmiştik sözlü için, şimdi net rakamı unuttum ama yaklaşık 8–10 bayan idik 40 kişi arasında.

Çok güzel bir binası vardı okulumuzun, eskiden Rahipler Okulu imiş diye hatırlıyorum. Bina güzeldi de ısıtma tertibatı yoktu, sadece Hacı Şakir Sobalar. Yatakhane katında hiçbir ısıtıcı yok. Hiç unutmam, okula ilk girdiğim kış hava sıcaklığı –24 derece oldu. 1954 Ocak ayıdır bu söylediğim, 1953 sonuna doğru girdik zaten okula, İstanbul Boğazı’na buzların geldiği o meşhur sene.

Neyse,  kazandık, okuduk ve sonra okul bitti. Hiç unutmam, okul bitti, arkadaşlar horon tepiyorlar. Ben de öylece duruyorum, içimden geçenler: “Üç sene şurada yedik, içtik, yattık, kalktık ve ayrılıyoruz. Bunun neresine seviniyorlar?” Herkes gitti, ben üç gün okulda kaldım. Güzeldir bu hikâye anlatayım. Baş muavinimi çok severdim ben. Tarih hocamız idi baş muavin, Allah rahmet eylesin, onu anne yerine koymuştum. Aramız iyiydi, odasına giderdim kahve saatinde, kahvesini götürürdüm, onu göreyim diye. E tabii ki, sev ki sevilesin hikâyesi. O zamana kadar bir tek tarih dersini sevmezdim. O beni sevsin diye sevmediğim tarihi sever oldum. Bu arada yazım da çok güzeldi, kendisine yardım ederdim karnelerin yazılması ve benzeri işlerde. Hani üç gün kaldım dedim ya okulda, kendisi o arada lojmanın merdiveninden düştü, incitti bir yerini. Ben zaten daha önce de hep asistanlık ederdim kendisine, bütün çocukların okul numaralarını, hepsini ezbere bilirdim. E, o zaman da imtihan listeleri hazırlanacaktı, onları hazırlamalıydık. Hiç unutmam storlar vardı, onları çekerdim, ışık gitmesin, lojmandan gözükmesin diye. Bir düşün, bir tek yanlış yaparsan mahvoldunuz, silinmeyecek, tekrar yapılamayacak falan. Ben o üç gün onları hazırladım, çok şükür hatasız. Şimdi söylemek var, hem de Allahaısmarladık diyeceğim ve gideceğim. Gittim böyle ezile büzüle filan, “Ben size bir şey söyleyeceğim” dedim. Güldü ve dedi ki : “Biliyorum.” Işığı görmüş meğerse. Neyse, kurtarmıştık durumu böylece işte. Hep kitaplar verirdi bana, çeşitli tarih kitapları. Bir de bana bir Altın Damla hediye etmişti.

 

Altın Damla?

O zamanlar İzmir’in çok meşhur bir parfümü. Çok ağır ama… Ben bu eve geleli, 5–6 belki 10 sene öncesine kadar onu sakladım. Kıyamam, atamam, mümkün değil, limon kolonyasının içine enjektörle ekleye ekleye kullandım bunca sene onu…

Mesela Kral ve Ben’i de dil hocamız vermiştir ilk bana, kendisi halen hayatta, 91 yaşında. Neda Almaner, profesör. Son sınıfta rehber hocamız da oldu bizim. Yeni öğretmen olmuştu, ilk öğretmenliğini bizim üstümüzde yaptı. Birkaç gün önce telefon etti, benim durumumu geç söyledik ki üzülmesin diye, yeni haber verildi, hemen telefon etti, sağolsun…

 

Öncelikle geçmiş olsun dileklerimizi bir kez daha tekrarlamak isterim, geçirdiğiniz operasyonun etkilerini halen atlatmaya çalışıyor olmanıza rağmen röportaj dileğimizi kırmadığınız için de ayrıca çok teşekkür ederiz. Uzun yıllardır, her biri ciddi ölçülerde pek çok sağlık sorunu ile boğuştuğunuzu, pek çok operasyon geçirdiğinizi bilmeme rağmen, şu an da dâhil olmak üzere sizi her gördüğümde zarafetiniz, güler yüzünüz, kendinize özeninize hayran oluyorum ve yaşam enerjinizden hiçbir şey kaybetmemeyi nasıl başardığınızı çok merak ediyorum.

Yavrum şimdi, maneviyattan kuvvet alıyorumdur mutlaka, fakat bir yandan ben gözümü dünyaya açtığımdan beri ıstırap çekiyorum. Hiç isyan etmedim, hep şükrettim. Yani bu doğuştan gelen bir haslet bir kere, sonradan olma değil yani, anadan doğma. Hep de şükrederdim, biraz iyileşince şükrederdim. İlk kez 24 yaşında böbrek ameliyatı oldum, hiç lüzumsuz da bir ameliyat, öğretmenim o zaman. 20 gün sırt üstü hiç kıpırdamadan yatacaksın filan derken, tam 32 gün hastanede yattım. Şükrediyorum ben de, bir arkadaş veya bir büyüğüm hatırlamıyorum, bana dedi ki: “Niye şükrediyorsun? Allah şükreden kuluna verir.” “E ne yapayım?” dedim ve “Allah beterinden esirgesin, bugünüme çok şükür” demeye başladım. Ama isyan etmek hiç aklıma gelmedi, hiçbir zaman. Yani başıma gelen yapılacaktır, gelecektir, “Bu niye bana?” demek gelmedi hiçbir zaman içimden, hiçbir şey için.

 

Peki, 1996 yılında kurulan vakfımızın kurucu üyelerinden biri olarak bizlere neler anlatmak istersiniz gerek kuruluş yılları, gerekse vakfımızın geleceğine dair hayalleriniz hakkında?

Evet, ilk üyelerden biri olmalıyım ben, hatta belki de ilkiyimdir. Sabıka kaydı isteniyordu o zamanlar, 30 kişiyle falan kuruluyordu zaten, yani öyle pek kolay değildi vakıf kurmak. Dediğin gibi kuruluş 1996. Bostancı Oto Sanayi’deydik ilk zamanlar, Kutay Akın’ın işyerinde kuruldu vakıf. Orayı çok güzel donatmıştık; kütüphanesi, yiyecek içecek alanı, sohbet alanı vardı. O zaman bayrağını ben götürmüştüm. Orayı hiç unutmam, çünkü tüm gün ve her gün bize ait bir mekân gibi idi; müzik, tiyatro, resim ve benzeri faaliyetlerle gençlere faydalı hale gelmişti.

Vakıf çok önemli bir hizmet veriyor, gençlerin felsefe ile baş başa bırakılması, hem günlük yaşam hem de çok daha derin konularda bilgi paylaşımı sağlanıyor olması çok önemli bir faaliyet. Gönül ister ki, yine kendimize ait bir yerimiz olsun ve tüm faaliyetlerimizi orada gerçekleştirebilelim, zaman sınırlaması olmadan. Piyango bileti de alıyorum hep, ama henüz bir şey çıkmadı.

 

Son olarak özel ilgi alanlarınızdan seyahatleriniz ile ilgili bir soru sormak istiyorum, hem bu seneki çalışma konumuz olan ‘dil’ konusunu da yakından ilgilendiriyor. 5 kıtada, 60’a yakın ülkeye seyahat etmiş bir kişi olarak, şimdiye kadar karşılaştığınız kültürleri nasıl okuduğunuzu bizlerle paylaşır mısınız?

Öğrenmek benim en önemli ilgi alanım yavrum. Mesela bir yere gittim ben, bir memlekete. Oranın mağazaları, alışveriş alanları gibi konuları değil, orada ne yeniyor, ne içiliyor, mimarisi ne anlatıyor, sanat ve kültür faaliyetleri neler, inanç mabedleri nasıl gibi konuları gözlemleyerek ve oradaki toplumun yaşamına olabildiğince eşlik ederek öğrenmeye çalıştım, gezdiğim ülkelerin kültürlerini ben hep. Kör kör seyahat edip, alışveriş yapmak meselesi olmadı hiç benim için seyahat etmek yani.

Alaska’dan Karayipler’e, Japonya’dan Bali Adaları’na, hemen tüm Avrupa ülkelerine, Amerika’ya ve Kanada’ya kadar neredeyse dünyanın her yerine gittim. Hindistan’a da gittim mesela, inan ki millet ne yiyorsa ben de yedim. Her ülkeye gitmeden evvel zaten okurdum detaylı olarak atlastan, gelmişini, geçmişini. Bir kültürü okumaktan, oradaki tüm yaşantıyı anlayabildiğince anlamak, yani, bir tek konuştuğu dil ile değil, yediğiyle, içtiğiyle, jestleriyle, kıyafetleriyle, arkeolojisiyle, inanışlarıyla, anlayışlarıyla tanışabiliyor olmayı anlıyorum ben.