Aydın

Sayı 1 - Aydınlanma Sorunu

15 Ağustos 1995 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde, “aydın” üzerine başlatılan sütunlar arası tartışmayı birtakım garip duygularla, fakat çok sıkı bir şekilde takip etmiştim. Aslında takip edebilmek yerine daha çok izlemiş veya iz sürmüş de diyebilirim. Çünkü, olaya hangi kalemşörün, hangi sütunda, ne gün, hangi saatte ve nasıl yaklaşacağı hiç belli olmuyordu. Daha da kötüsü; serlevhasında “aydın” lakırdısı geçmeyen makalelerde ve ilgi alanı pek “aydın” olmayan köşe yazarlarının sütunlarında bile bir “aydın” tartışmasının kırıntılarına rastlamak mümkündü. Hal böyle olunca, cümle Sezarlar’ın hakkını Sezarlar’a verebilmek için zorunlu olarak o günlerde bütün Cumhuriyet’i sayfa sayfa taramak adeta farz oldu. Bu uğraş bazen de Pazar günlerinin daha keyifli öğleden evvellerine kalıyor. Sol yanımda bir bardak çay, yerde tarih sırası ile bir haftanın birikmiş bütün Cumhuriyet’leri, kucağımda bir önceki Cumartesi nüshası, sağ elimde bir makas, pür dikkat “aydın” avına çıkıyordum. Artık şansım yaver giderse, kesilmiş üç beş nadide köşe yazısını, bir hayli kalabalık olan “gazete kupürleri dosya”nın bir yerine, “15 Ağustos Aydın Polemiği” ismi altında yerleştirip biriktiriyordum ve kendime “Galiba bu gidişle sanırım yalnız bu küme için ayrı, özel ve şişkince bir dosya gerekecek,” diyordum. Çünkü tartışma, kimi zaman nostaljik, kimi zaman biraz hüzünlü, biraz efkarlı bir Osmanlı/şark özlemi ile üstad Atilla İlhan’ın “hangi batı”sında bile yakalayamadığı bir batı arasında, sanki sonu gelmeyecekmiş gibi geliyordu.

Okuyanlar mutlaka hatırlayacaklardır. Bu şekilde, herhalde sıra gerçek “aydın” tanımına da gelir diye sabırla dört elif bir miktar daha iz sürüp kupür avlamaya devam etmiştim. Sonra birden başka şeyler geldi aklımın bir köşesine.

Evvel zaman içinde Peyami Safa, Nazım Hikmet, Ahmet Emin, Hüseyin Cahit, Zekeriya Sertel, Yusuf Ziya ve aklıma şu anda gelmeyen daha birçok yazarın başlatıp da bir türlü bitiremedikleri, okunurken bir başka tat, bir başka lezzet alınan yazıları, makaleleri, polemikleri…
Hayal meyal hatırımda…
Kıran kırana, fakat o zamanlar var olan, “edebiyat” denilen bir sanatın ve “terbiye” denilen insani bir hasletin sınırları içerisinde kalan bir tartışma şekli…

Diğer taraftan yine o zamanlar halkına halen bir tebaa gibi davranan, bugün bile bu kötü alışkanlığından bir türlü kurtulamayan ve sureta onun güvenliği için kendini adeta paralayan! Devlet ana ve uzantılarının ve hempalarının bu yazıları daha çok Abdülhamitvari bir dikkatle incelemeleri..
“Kariler” in ise daha az…

Ve böylece dikkatlerinin ciheti devletçe karilere ve birtakım kitlelere yanlış odaklanması sonucu (ki bunda kimsenin zerre kadar kabahati yoktu!..) sikleti merkez, kimi fikir veya polemiklerden, yanlış doğrulara kaydırılınca olan, mesela, “tan” a olurdu.

Nereden geldiği ve kimler tarafından yönlendirildiği pek bilinmeyen bir güruh Sirkeci’nin orta yerinde güpegündüz koskoca gazete binasını yakıp yıkıp harabeye çevirirdi.. Olan Nazım’a olurdu;
Solcu olduğu için hapislerde çürümeye bırakılırdı.
Adsız’a olurdu;
Sağcı olduğu için eski emniyetin tabutluğunda işkencenin envai çeşidi uygulanırdı.
(Safa’ya bir şey yok…)

Ve sanırım bütün bunlar devlet ananın ve uzantılarının ve hempalarının tebaalarını kendi sistem anlayışları içinde koruma dürtülerinden kaynaklanır ve bir türlü gerçek aydına aydın olabilme fırsatı tanınmazdı.

Tabii eğer resmi tarihe başvuracak olunursa, bu münferit olayların “Türk aydın”ı ile ve “o”nun “makus taksiratı” (!..) ve hele hele polemikleri ile pek bir ilgisi yok görünüyor. Sureta…

Halbuki 1997 senesine baktığımızda, tanrıya şükür gazete binalarının bombalanması ve aydın ve yazarların hapislerde çürümeleri konusunda ne kadar yol aldığımızı gördükçe insanın yüreği ferahlıyor.
Her neyse… Nereden nereye…
Hoş bir duygu zaman tüneli içerisinde böyle kısa bir yolculuk yapmak. Evet.

Özelde gazetemde, genelde yurdumda, herhalde sıra “aydına”, salt “aydın”ın kendisinin tartışılması düzeyine de gelecek diye sabırla iz sürmeye ve kupür avlamaya devam ettim.

Bu arada kimi zaman acaba doğru mu anladım gibilerinden Batı (ah bu Bari ah!..) dillerinden birine müracaat edip kimine göre küçük, komik mukayeseler yapıyorum.
(İki sözcüğü “karşı be karşı” getirip “karşılaştırmaktansa”, “kıyas” edip “mukayese etmek” daha bir hoş).

Batıca’dan Batıca’ya “intellect”ten türetilmiş bir “entelektüel” ile Doğuca’dan Batıca’ya belki de “illümine” olabilecek bir “aydın” arasındaki farkı yakalamaya çalışıyorum.

Gerçi Batı dediğimiz Batı, zamanında kendi batısının bizim doğumuzda kalması hasebiyle, Hinti, Çini, Maçini, kendi batısının ise batısında kalan Maya, İnka, Aztek, Kızılderililer gibi koskoca, dev medeniyetlerin beşiklerini, kültür alevlerini yağmalamaktan başka ne batısını ne de doğusunu
pek adamdan saymamış. (Şimdi çok sayıyor allah için..)
Dünyanın o yönünü bu yönden pek kale almamış,
Ezmiş, yıkmış, istila edip sömürmüş… Ama aydınlanmış… Elhak!..
Nasıl yapmış, nasıl becermiş bu işi?

Avrupa’nın merkezindeki üç beş ülkecik ve dört beş kafası çalışan adamla, yalnız ve yalnız kendi kafalarından değil, hayır, zaten çok öncelerde var olan fikirler, bilgiler, medeniyetler, kültürler ve değerler silsilesinin üzerine bir hokkabaz marifetiyle ustaca bina ediverdikleri düşünce sistemleri ile bütün bir dünyanın birdenbire yanan meşalesi oluvermişler… Tabii önce reform olmuş, rönesans olmuş…
Sonra da bizim deyimimizle “aydınlanma” olmuş.

Dolayısıyla bizimkilerin de (yani dört beş kafası çalışan adam…) koskoca dünyada, bu yön ve komşu kıtlığından dolayı alabilecekleri başkaca örnek-kültür veya şablon- medeniyet seçenekleri bulunmadığından ve koskoca “Ertuğrul” da gittiği yerde batıverip o treni de kaçırdıktan sonra “Jön Türklerimizin” tenevvür edebilecekleri başkaca kültür merkezleri, sığınabilecekleri ve kendilerini mutlu hissedebilecekleri başkaca medeniyet odağı kalmadığından, bizim için (mecazi veya değil…) Batı’nın Batı olabileceği tek bir batı kalmış geriye. (Yukarıdaki bağırsak solucanı gibi uzun bu bir tek cümle niye?)

Avrupa denilen diyarı küffarda bir “illumination” veya bir “aufklaerung” olmuş.
Neden olmuş? İyi mi olmuş? Kötü mü olmuş? Nasıl olmuş? Her ne olmuşsa olmuş. Yalnız benim için (yani Batıcaya müracaat ettiğimde) “illumine” olanlar, “aufgeklaert” edilenler uzun bir “haaaa!..” çektikten sonra “tenevvür” etmişler.

Yoksa aydınlanmışlar mı desek? Bunları yapanlar ise yalnızca kendilerinin değil (hayır bu daha az) ama rüzgar yıldızının dört bir taraftan savrulup gelen ince zeka pırıltılarının, kültür çeşitliliklerinin mirasına da konarak hafıza bölümlerinden biriktirip, eleyip, eleştirip, bolca septik ve antiseptik kullanarak oluşturdukları zeka, entelekt ile evrensel bir “us”u bina etmişler.
Sanırım “entelektüel”de bunun için. Ama yanılmış da olabilirim.

Fakat bunları yapanlar kendilerine, ne “illuminaeur” ne de “aufklaerer” sıfatlarını takıp takıştırmada bir açmaza düşmemişler hiç bir zaman.
Hele hele “Batı aydınlanması”nın herhangi bir etabında:
Efendim bunların bir kısmı “gerçek Grek illuminateur”leridir, diğer bir kısmı “sahte Cermen aufklaerer”leri diye bir polemiği, bir didişmeyi ben ne duydum, ne de böyle bir tartışmaya şahit oldum şimdiye kadar.
Zaten lüzum da yok ki!..

Ve işin bu noktasında sıra bizim “aydınımıza” geldiğinde, son birkaç senenin içerisinde kimsenin kimseye bir türlü layık göremediği “aydın” ve “entelektüel” sıfatları ile kimilerinin kimilerine müstehzi dudak büküp müstahak gördüğü “entel” kavramları ve tartışmalarında bu “aydın” ve “aydınlanmâ’ konusunda aklım fikrim hep bir ışık kaynağı, bir aydınlık, bir kandil, gaz lambası ve el feneri gibi aletlerden tutun da Doları’ın arka yüzündeki piramitin içindeki “göz”e isim veren meşum “illuminati”lere kadar gidip geliyor (illumine’den kinaye).

Tabii, diğer taraftan Türkçemize yerleştirdiğimiz, tam Türkçe karşılığını bulabilmek için bazen amuda kalktığımız, bizim “entelektüel”imizin onlarınki ile aynı paralelde olup olmadığı da ayrı bir soru.
Bir de şu meşhur “entel”in bir istihza, bir küçümseme mi, yoksa basit bir kısaltma mı olduğunu bir türlü anlayamadım gitti…

Fakat, acaba diyorum kendi kendime şu “aydın”, bu bağlamda bir “illumination”, bir “nur”, bir “aydınlık”tan çok “aymak” fiiline mi daha yakın duruyor?
Nihayet aydığı zaman, eğer öyle ise, ah bir ayabilse!..