Bültenimizin bu ilk sayısına ulu önder Atatürk’ün bir “daveti” ile başlamak isterim. Onuncu yıl nutkunda şöyle demektedir Atatürk: “Türk Milleti çalışkandır. Türk Milleti zekidir…”
Atatürk’ün ileri sürdüğü bu dolaysız tespitlerin analiz edilmesi gerekmektedir. Zira bir milletin tamamının zeki olması, tamamının akılsız veya dâhi olması kadar olanaksızdır. Öyleyse, sözlerinde tutarlılığa ve kavramsallığa özellikle önem veren Atatürk gibi bir retorik üstadının, bu nevi bir genelleme ile neyi kastettiği iyi anlaşılmalıdır.
Lütfi Filiz, Nokta’nın Sonsuzluğu adlı eserinde zekanın, aklın temizlenmiş, saflaşmış biçimi olduğunu söylemektedir. Öyle ki, akıl kendinde arı düşünme yeteneğidir. Düşünmenin özü ve kaynağıdır. Zeka ise aklın işletimi, aklın kendisini temizlediği araçtır. Doğru ve yanlışın ayırt edilebilme yeteneği ve iradesidir.
Yine Mustafa Kemal’in sözüyle, “Doğrunun ne olduğunun bilinmesi çoğu zaman hiç de zor değildir, zor olan onu yapabilme cesaretinde bulunabilmektir”. Akıl, olguları birbirinden ayırır. Zeka ise bu ayrım karşısında doğru ile yanlışın ne olduğunun ayrımını belirler; ancak doğruyu bir yaşam olgusu olarak uygulamak ve onu nefsinde tahakkuk ettirmek ferasettir.
Bir milletin zeki olduğunu söylemek, o millet ile anılan tinselliğin, toplum tininin, iyi ve kötüyü ayırt etmedeki yeteneğini ortaya koymakla ilgilidir. Bu bir iltifat ise de, topluma değil, onda tahakkuk eden kültür olgusunadır. Zira Anadolu kültürü, (içerisinde kapsanan tüm dinsel ve etnik oluşumlar dahil) yüzyıllar içerisinde bu tecrübeye ulaşmıştır. Atatürk’ün ortaya koyduğu zeka ırksal değil, ama tüm ırklara aşkın olarak, üstelik içinde barındırdığı tüm ırkları da kapsayarak, kültüre işaret eder.
Osmanlı ile yükselen ve yine onunla üzeri örtülen bu yüksek bilinç, cumhuriyet ile yeniden alevlenmiş ve toplum kaybetmekte olduğu özgüveni geri kazanmıştır. Ve Mustafa Kemal, bu özgüveni, karakteri olduğunu söylediği bağımsızlık ile yeniden canlandırdığından, bu milletin Atatürk’üdür.
Kişide zekanın ferasete yükselmesi, yaşamsal gerçeklik içinde yararlılık değil ama hak istemiyle dolaylıdır. Bu, çaba ve samimiyet ister. Kişide adanmayı ve kararlılığı ve bu karara uygun eylemde bulunabilme cesaretini gerektirir. Buna mutasavvıflar amel-i saliha, yani kişiyi iç huzuruna taşıyan uygun eylem demişlerdir. Bu uygunluğun insandaki tahakkuku rızadır. Rıza, bireyin kendisiyle ve toplumun o bireyle uyumudur. Atatürk’ten yaptığım alıntıya davet dememin nedeni budur. Öyle ki insan bu davete icabet eder veya etmez…
Tam bu nokta, Atatürk’ün Türk diye işaret ettiği kavrama denk gelmektedir. Zira Türk kelimesi ile herhangi bir millete değil, ama töreye bağlı yaşayan toplumlara işaret etmektedir. Törük (töre) kavramından hareketle, Atatürk’ün bu söylemi, Anadolu’nun tarihsel kazanımına işaret ettiği gibi, Anadolu topraklarının ötesinde bu ilkeselliği koruyabilmiş tüm toplumları da kapsamaktadır. Söylemi bu kavramsal bağlamda incelemeyi başaramayan bilinçler için Atatürk, çağdaşı Hitler gibi bir faşist olacaktır. Doğal olarak bu tespit Atatürk’e değil, onu anlayabilme hünerini gösteremeyen bilinçlere aittir. Kanaatimce Atatürk, tam da ırkçı zihniyetin aksine, evrensel bir kişiliktir.
Kültür, içine doğulan bir olgu olsa dahi, onu kapsamak ve aşmak tinsel çaba ve çalışmayı gerektirmektedir. “Türk Milleti Çalışkandır” sözünün de bir davet olduğu unutulmaz ise, bunun “çalışkan olunmalıdır” anlamına geleceği açıktır.
Dolayısıyla bu davetin, tarih bilinci olan ve kültür olgusu üzerinde yücelen toplumlara, varlıklarıyla bağ kurma ve tarihselliklerini canlandırmaları adına, feraset sahibi ve çalışkan olmaları için yapılmış bir davet olduğunu düşünüyorum. Ve bunun için başvurulacak yegâne merci, kendi ifadesi ile müsbet ilimdir.
“Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti, milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müsbet ilimdir.”
Herkesin, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarım.