I. ANADOLU AYDINLANMA FELSEFESİ
Anadolu Aydınlanma Felsefesi terimi, sohbet geleneği üzerine kurulu, teorik ve pratik yanları olan bir tarihsel süreç olarak değerlendirilebilir. Sohbet kavramı ise, “özgür özneler arası anlamlı iletişim kuruluşu etkinliği” olarak tanımlanabilir.
Felsefe kavramı “durağan bir tanımsal yapı” olarak değil, fakat bir “insanî etkinlik süreci”, “şekilsiz maddenin doğanın oluşum sürecinde biçimli bütünlükler oluşturması” gibi, “insan usunun düşünme, söz, yazı etkinlikleriyle ussal bütünlükler oluşturduğu” bir ontolojik ve epistemolojik süreçtir. Doğanın oluşum sürecini varlık kavramından başlatarak kuran ontolojik bilgi süreci, bir felsefe kuramının oluşturulmasına örnek alınabilir. Kurgul felsefe, “kavramı”, “varlık”tan ya da “on to”dan başlatarak bir oluşum süreci olarak kurar.
Muhyiddin Arabî Okulu’nun “vahdet-i vücud” ya da “varlık birliği” teriminde de vücut ya da varlık kavramı bu tür bir tanıma işaret eder.
Hegel felsefesinin üç terimli dizgesinin ilk terimi de Saf Varlık (reine Sein)’tır. İkinci terim Doğa (Natur), üçüncü terim ise Tin (Geist)’dir. Tin kavramı da kendini bilme sürecini tamamlamış özgür tin olarak Muhyiddin Arabî dizgesindeki kâmil insan ya da yetkin insan ile benzer bir tanıma sahiptir.
Varlık temelli kurgul ya da spekülatif felsefenin yönteminin temelindeki “mantıksal hareket bütünü”, doğa nesnelerinin oluşum süreçlerinin temelindeki “mantıksal hareket bütünü” ile bir tür uygunluk ya da armoni içindedir.
Kurgul felsefe bağlamında mantık kavramı, “hareketin akılsallığı” olarak; akılsallık kavramı ise “hareketin mantıksallığı” olarak tanımlanabilir.
Hareket ya da “devim olarak devim” ise “us”un ve “mantık”ın zorunlu temelidir. Bu önermeler zincirinde Hareket, gerçek öznedir. Bir başka deyişle doğanın ve felsefenin oluşum süreçlerinin ortak temeli “Mutlak Hareket” ya da “Devim olarak Devim”dir.
Hegel’e göre, Spinoza felsefesinde töz kavramı, ölü bir töz olarak tanımlanmıştır. Hegel ise tözün aynı zamanda öznelik içerdiğini ve doğa olarak dışlaşıp, özden görünüşe çıktıktan sonra, bilinçlenmiş bir insanın tininde tekrar kendisine döndüğünü ve geçtiği bütün süreci anlamlandırarak kendini bildiğini vurgular. Başkaca deyişle, Mutlak Hareket kendini bilmek zorundadır.
Şimdi, “Anadolu Aydınlanma Felsefesi” kavramının kuruluşu için bir model oluşturmaya çalışalım.
Başlangıç sorumuz, “Anadolu Aydınlanma Felsefesi nedir ve nasıl kurulabilir?” olsun. Böylece anlamlandırma etkinliğimiz olan “düşünme”mize bir “konu-nesne” vermiş oluyoruz. Bu aynı zamanda projemizin “öncülü”, “ilkesi” ve “temeli” olarak değerlendirilebilir. Bu temelimiz için nedenler göstermeli ve gerekçelerle doğrulamayız.
Projemizin birinci öğesi “ilke” ya da “temel”di. İkinci öğesi ise erek ve yön olacak. Ereğimiz olan “Felsefe Projemizin Kuruluşu”na yöneltmeliyiz düşünme etkinliğimizi. Düşünme etkinliği, bir bilinç hareketi olarak her zaman “bir şeye yönelmiş” durumdadır. Bilincimizin yöneldiği bu “şey”; ya “herhangi bir şey”dir, yani “bilincin kendisinin dışında bir herhangi şey”dir ki bu durumda düşünme eylemimiz “Anlık niteliğinde” ve “soyut ya da Aristo mantığıyla hareket eden bir bilinç” olacaktır; ya da “kendi” olacaktır ki bu “bizzat bilincin kendisi”dir. Bu durumda düşünme eylemimiz kendinin-bilinci ya da özbilinç niteliğinde ve “diyalektik mantıkla hareket eden bir bilinç” olacaktır.
Herakleitos’a göre “aynı bir varolana, aynı anda, iki karşıt nitelik yüklenebilir”. Aristo’ya göre ise yüklenemez. Hegel’in mantık bilimi dizgesinde birinci terim özdeşlik mantığıdır (olumlama) ve Aristo kıpısını temsil eder. İkinci terim, diyalektik mantıktır (negatif ussallık ya da olumsuzlama) ve Herakleitos kıpısını temsil eder. Üçüncü terim ise spekülatif mantıktır (pozitif ussallık ya da karşıtların birliği) ve Hegel kıpısını temsil eder.
Özdeşlik mantığı ile çalışan anlıksal düşünme kıpısından, diyalektik ya da ussal düşünme kıpısına geçiş, kendinin bilinci terimiyle belirlenmiştir. İnsan öznesinin düşünme etkinliğinin “kendisini düşünmesi” bir çeşit soyutlama eylemi, sıfıra götürme eylemi olarak görülebilir. Muhyiddin Arabî’de aklın en önemli etkinliği tenzih ya da soyutlama eylemidir. Hegel felsefesinde bu problematik “boş bilincin saf varlık olduğu” önermesiyle temellenir. İşte Leibnitz’in İngiliz empristlerine cevaben söylediği “zihinde duyumlardan gelen izlenimler dışında hiç bir şey yoktur, zihnin kendisinden başka” önermesi de aynı noktayı vurgular. Boş zihin ya da boş bilincin dikkatini kendi üzerinde yoğunlaştırması, bir öz düşünme, saf düşünme, kendini düşünme eylemidir. Bu nokta Kant terminolojisinde “Arı Tam Algı”olarak belirtilir. Kendi dışındaki nesnelerin duyumsal algıları içinde kendiliğini yitirmiş olan öznenin, “bu nesneleri algılayan bilincinin” farkına varması, kendi bilincini algılamasıdır. Bu durumsallığa “bilincin bilinci” de denilebilir. İşte Metin Bobaroğlu’nun vahdet-i vücud terimini tanımlarken belirttiği “O, bilen, bilinen ve bilme eyleminin birliğidir” sözü; öznenin aynı anda hem bilen, hem bilinen hem de bilme eylemi konumunda belirlenmesidir.
Anlıksal düşünme etkinliği projemizi “soyut bir felsefe kuramı” ile sınırlarken, kendinin-bilinci olarak düşünme etkinliği projemizin bu “soyut kalma sınırından” kurtulmasını, bu sınırı aşmasını sağlayacak ve bu projeyi kurmaya yönelmiş bilincimiz bir “nesne olma” ya da “nesnelik” durumundan, bir “özne olma” ya da “öznelik” durumuna geçecektir. İşte bu geçiş bizim bilincimize bir “Felsefî Ben” olma niteliği sağlayacaktır.
Felsefi Ben, projeyi kurmaya yönelen bilincin, “duyum-duygu-alışkanlık ve anlık” sınırlarının ötesine geçerek, belki tüm yaşamında ilk defa bir niteliksel dönüşüm geçirip olgunlaşarak, “felsefî ben olarak kendini yaşama ve konu nesnesini anlamlandırma” sürecine pratik olarak girecektir. Bu bir “anlamlandırma-eylemi”dir, fakat aynı zamanda bir özneleşme eylemi ve bir özgürleşme eylemidir de. Burası Dekart’ın “Ego Cogito” dediği yere benzer. “Ben Düşünüyorum”.
Bu kişinin “yaşamının daha önceki safhalarında hiç «düşünme eylemi» yok muydu?” diye sorulabilir. Tabiî ki vardı, fakat öznesinde “Felsefî-Ben” durumu kurulmamıştı. Öznesinin niteliği farklıydı, akıl yürütme biçimi farklıydı. Kant ve Hegel bu kişinin “önceki düşüncelerini Ego”nun düşünmesi olarak ayırırlar. “Kendinin Bilinci”nin ve “Arı Tam Algı’nın kuruluşundan sonraki düşünmelerini ise Ich’in düşünmesi olarak kavramlaştırırlar. Bu Ich durumu, “Felsefî-Ben” olarak kavramlaştırılabilir.
Bu kişinin “Felsefî-Ben” kuruluşundan önceki bilinç durumuna ise “Duyumsal-Anlıksal-Ben” denebilir.
Anlık kavramı ile Kendinin-Bilinci kavramının birliği ise bize “us” kavramını verecek. Us kavramı bu bağlamda “saltık us”tur ve saltık özgürlüğün ilkesi olan “Felsefî-Ben”in kendi kendisiyle özdeşliğidir.
Kendisinden önceki bilinç durumlarını aşılmış olarak içinde kapsar. “Karşıtlık içeren özdeşlik” deyimi Muhyiddin Arabî Okulu’nda “O”dur, O değildir” şeklinde vurgulanır. Bu sözler diyalektik mantık ile kurulmuş önermelerdir ve usun ürünleridirler. “Allah zıtların cemmidir” önermesi de bu tür bir diyalektik yapı içerir ve bir coincidentia oppositorum (karşıtların örtüşmesi ya da birliği) olarak değerlendirilmektedir. Hint kültüründe Brahma kavramı “hem Varlıktır, hem de değildir, hem belirlenmiş olandır, hem de belirlenmemiş olandır, hem sesliliktir, hem de sessizliktir, aksi halde «O», gerçekten Saltık Bütünlük olamazdı” şeklinde tanımlanır.
“Us”tan önceki bilinç durumları “Duyum”, “Tasarım” ve “Anlık” olarak belirtilir. Us, bu bağlamda “yokluktan geçmiş Felsefî-Ben”dir.
Yokluktan geçmiş “Felsefî-Ben” olarak us, düşünme ve bilgilenme etkinliğinden ve aşk, irade ve mutluluk etkinliklerinden geçerek, yeni nitelikler giyer, gelişir ve dönüşür.
“Kendinin Bilinci” kıpısında, anlık ve öncesi giymiş olduğu niteliklerden soyunmuştu. Şimdi kendine yeni giysiler giyer. Bilgi-nesnesi değişirken bilgi-öznesi de değişir ve “Özgür Tin” olur.
“Özgür Tin”, aynı zamanda “Edimsel Özgür İstenç”dir de. Özgürlük durumu irade ya da istenç durumu ile bağıntılıdır. Mutluluk kavramı ise “kılgıl duygu” olarak aşk kavramıyla (Amor Intellektualis Dei) bağıntılıdır.
Projemizin ikinci öğesi olan erek ve yön kavramlarını irdelerken düşünme etkinliğini ele almış ve incelemiş olduk.
Projemizin üçüncü öğesi “öğeler”dir. Yani, “Anadolu Aydınlanma Felsefesi” kavramının öğeleri. Bu kavramın iki öğesi vardır: Kuramsal yan olan “Felsefî-Ben”in “düşünme ve bilgilenme” öğesi; ile eylemsel yan olan “Felsefî-Ben”in “aşk, irade ve mutluluk” öğesi. Bu öğelere, sonunda “Özgür Tin”in kuruluşuna yol açan “Kuramsal Tin” ve “Eylemsel Tin” de diyebiliriz.
“İnsan tin”i, duyumsayan ve gören tin olarak duyusal nesneleri, hayal gören tin olarak imgeleri, irade eden tin olarak erekleri konu edinirken; düşünen tin olarak da düşünce-nesnelerini, yani, en olgun deyişiyle kavramları konu-nesne olarak alabilmeli ve düşünen tin olarak da doyum sağlamalıdır. İşte “Felsefî-Ben” arı kavramlarla düşündüğünde, tin sözcüğün en derin anlamında “kendine gelmekte”dir. Bu eylem onun en katıksız kendiliğidir.
“Anadolu Aydınlanma Felsefesi” projesini bir bilim olarak kurmak demek, onu bir dizge olarak kurmak demektir. Çünkü bu proje ancak kendini kendi içinde açındırarak ve sonra bu açındırdığı öğelerini bir birlik içine getirip bir arada tutarak, eş deyişle “organik bir bütünlük” olarak varolabilir.
Projemizin dördüncü öğesi “ilişki”dir, yani öğeler arası ilişki. Bir anlamda “bilimsel düşünen tin” ile “yoğun duygular yaşayan tin” in, karşılıklı ilişkisidir bu. “Felsefî-Ben”, anlıksal tepkilerini aşmış olduğundan artık “düşünme” ile “duyum ve duygular”ı, kesin uzlaşmaz kavramlar olarak, ayrı ve farklı kavramlar olarak düşünmemektedir. Özdeşlik mantığıyla sınırlı bir akıl yürütme yapmamaktadır. O artık “olgun bir ben”dir ve evrenin ve kendisinin ontolojik temelini olgun olarak bilmektedir. Bu ontolojik temelde hem herşeyin temeli bir ve aynıdır, hem doğa nesneleri ve kavramlar birbirlerinden ayrı ve farklıdır ve hem de bütün bu ayrı ve farklı olan şeyler, doğada varolan bir insanın tininde, karşılıklı ilişkilerden oluşan bir ağ şeklinde, bir bütünsel ve dizgesel bilinç oluşturmaktadır. Özgür tin, her şeyin, ister doğa nesnesi ve ister düşünce nesnesi olsun, hem aynı bir kökten türediğini, hem birbirinden ayrı ve farklı olduğunu, hem de bir ağ örgüsü şeklinde karşılıklı ilişkiler sürecinde var olabildiklerini ve bir bütünsel bilincin bütün bu farklılıkları ve ayrılıkları kapsadığını düşünür ve yaşar.
Projemizin beşinci öğesi yöntem’dir. Yani “Anadolu Aydınlanma Felsefesi”nin ya da “özgür tin” kavramının kuruluşu ereğini gerçekleştirebilmek için belirli bir plâna göre belirli bir yol izlemeliyiz. Bu yolu izlemek bir harekettir ve bu hareketin akılsallığı ise “Mantıksal Olan”dır. Mantıksal olan’ı bir prizma gibi düşünürsek, bunun bir yanı özdeşlik mantığı ya da olumlama mantığı, diğer yanı ayrım mantığı ya da olumsuzlama mantığı ve bu iki yanın birlikte işlemesiyle oluşan mantık ise “Kurgul Mantık”tır. Bu mantık “soyut” bir mantık değil aksine “en somut olan”dır.
Projemizin altıncı öğesi “dizge”dir. Dizge, hem bir yapıdır ve hem de bütünsel-bilimsel bir süreçtir. Öğeler arası karşılıklı ilişkilerle oluşan, sanki “öğeler artı bir”dir.
Projemizin yedinci öğesi “bağlam”dır. Yani, kurmaya çalıştığımız proje, nasıl bir olgunun içinde ortaya çıkmaktadır? Ortaya çıktığı olaylar, durumlar ve ilişkiler örgüsü ya da ağı nasıl bir şeydir?
“Felsefî-Ben”in ve “Özgür-Tin”in kuruluşuna yönelik dizgemiz her şeyden önce üç alanla ilişkilidir:
Duyum, duygu ve alışkanlıklarıyla “antropoloji” alanıyla; algı, anlık, arzu ve Kendinin-Bilinci ile “fenomenoloji” alanıyla; düşünme, aşk, irade, mutluluk ve özgür tin ile de “psikoloji” alanıyla ilişkilidir.
Projemizin sekizinci öğesi “işlev”dir. Tıpkı “yöntem”in bir yapının kuruluş mantığı, “içerik”in biçimin ilişkilerinden doğması gibi projemiz oluşturduğu tepkilerle, tartışmalarla ve eleştirilerle bir işlev kazanacaktır. Bunlar projemizin işlevi olacaktır. İlk sorulacak soru şu olabilir: “Siz bu «Anadolu Aydınlanma Felsefesi», «Felsefî-Ben» ve «Özgür Tin’in kuruluşu» projeniz ile varolan hangi sorulara cevap vermiş olacaksınız, hangi sorunları çözeceksiniz ve hangi problematiğin karşılığısınız?”
Projemizin dokuzuncu öğesi “İşlev ile «Yön ve Erek»in Uygunluğu”dur. Bu öğe projenin oluşmadan önceki, oluşum sırasındaki ve oluştuktan sonraki süreçlerin bir denetlemesidir. Burada sorulacak sorulardan birisi şudur:
“Sizin bu projeyi oluşturmadan önce bir ereğiniz, bir ilkeniz ve bir temeliniz vardı. Şimdi proje oluşup ilişkilere girdikten sonra ortaya çıkan işlev, sizin başlangıçtaki ereğinize ve yönünüze uygun mu?”
Projemizin onuncu öğesi “sonuç”tur. Buradaki temel kavramımız kültürün dinamik bir süreç olduğu bilinciyle; işlevleri, tepkileri, tartışmaları değerlendirerek “önü açık bir sonuca bağlamak”tır.
II. AYDINLANMA EĞİTİMİ ÜZERİNE
Yaşamın anlamsızlığı (anomie) ve yabancılaşma (alienation) sorunları için çözüm arayışı olarak aydınlanma (aufklaerung) olgusunun, bir eğitim süreci ile kazanılabilir olup olmadığı sorusu, bu bölüme bir giriş oluşturmakta. Aydınlanma kavramından tek bir şeyin anlaşılmadığı, bu derginin birinci sayısında yeterince işlenmişti. Çeşitli alternatifler arasından benim seçtiğim, aydınlanma kelimesini, arınma ve sevgi kelimeleriyle bağıntılı bir model içinde ele almaktır. Eğer bir sıralama gerekiyorsa, birinci terim arınma, ikincisi aydınlanma ve üçüncüsü de sevgi olabilir. Eğer bu kelimelerden bir dizi değil de bir dizge (system) oluşturursak, o zaman her kelime bir kavram (Begriff) olacak ve ancak diğerleri ile karşılıklı ilişki içinde varolup anlam taşıyacaktır. Diğerlerinden ayrı olarak ele alındığında ise bu anlamı yitirecek ve yine gündelik dilin sıradan bir kelimesi olacaktır.
Öyleyse biz de aydınlanma kavramını bu dizge içinde ele alalım ve dizgemize de “özgürleşim dizgesi” adını verelim. Bu dizgemizi ikinci bir üçgenin içine yerleştirelim ve anlamlandırma, “özneleşme” ve “özgürleşme”den oluşan bu üçgen, dizgemizin bağlamı (Context) olsun. Dizgemiz; bedende, duyularda, duygularda ve düşünmede bir saflaşmayı ve aydınlanma süreci içinde sevgi duygusunun kalıcı yerleşimini vurgularken, dizgemizin bağlamı ise dil, düşünme ve konuşma eğitiminin vurgulandığı bir süreç olmakta.
“Yaşamın anlamsızlığı” kavramını biraz açmaya çalışalım. Durkheim, toplumların kriz dönemi ortamlarını; normsuzluk, yasasızlık, kuralsızlık anlamlarına gelen “Anomie” kavramıyla isimlendirmişti. Anomi durumundaki insanlar, toplumsal, kültürel ve ahlâksal değerlerde kopmalar yaşamakta, kimlik bunalımına girmekte, psişik bir boşluğa düşerek toplumsal kimliklerini ve yönelimlerini kaybetmekteydiler. Bu tür uyumsuzluk durumu içindeki bireyler, yalnızlık, çaresizlik ve korku duygularının etkisiyle şiddete ve intihara yönelebilmekteydi.
Anomi kavramı, yabancılaşma kavramıyla birlikte, bireyin psikolojisinde beş alanda yoğunlaşmaktaydı: Güçsüzlük, normsuzluk, izolasyon, yaşamın anlamsızlaşması ve insanın kendine yabancılaşması. Bu durum; güvensizlik, kötümserlik ve korku duygularının kişide yerleşmesine neden oluyordu. Böylece saldırganlık durumu ortaya çıkıyordu. Yabancılaşma kavramı burada, Marksizmdeki “üreticinin emeğinin ürününe, ürettiği nesneye yabancılaşması”ndan farklı olarak, “kişinin bizzat kendi öznesine yabancılaşması”nı, artık kendini ve eylemlerini tanıyamaz duruma gelmesini, insan kavramına ve bütün kavramına yabancılaşmasını vurgulamaktaydı.
“Yaşamın anlamsızlığı” kavramının karşıtı “anlamlı-yaşam”dır. Metin Bobaroğlu’nun deyimiyle, “aydınlanma süreci içindeyken yaşamın anlamını yaşamaya başlamak”tır. Anlamlı-yaşam için Anadolu kültür kimliğinde bir anlam arayışına girişecek olursak, yüzyıllardan beri gelen bir sohbet-muhabbet geleneğinin özgün çalışmaları içinde, kişilerin, “öznelerinin değişmesi” ve “yaşamın anlamını kavradıkça özneleşmeleri” ve “bu anlamla günlük hayatlarını yaşadıkça özgürleşmeleri” olgusuyla karşılaşırız.
“Sohbet-muhabbet geleneğinin ereği, özgür özneler arası anlamlı iletişimin kurulmasıdır” diyebiliriz. Aydınlanma çalışmalarının sonucu, yaşamın anlamını yaşamaktır. Bu olgunun oluşum süreci ise aydınlanma sürecidir.
Metin Bobaroğlu’nun söyleminde kullandığı arınma, aydınlanma ve sevgi dizgesinin kaynağı İsmail Emre’deki (Adana, 1900-1970) safiyet, irfaniyet ve aşk dizgesidir. İsmail Emre’ye göre, sevginin insanda yerleşik hale gelebilmesi için, o kişinin kin, kibir, haset, şehvet, riya, gadap, yalan gibi duygulardan arınmış olması gerekmektedir.
Metin Bobaroğlu, Anadolu irfan geleneğinin üç önemli kıpısını şu şekilde belirler: Birinci kıpı olan Muhyiddin Arabî söyleminde temel kavram “bilgi”dir. Fakat bu bilgi kelimesi günlük sıradan anlamında değil “bilen, bilinen ve bilme eyleminin birliği” olarak kullanılmıştır. İkinci kıpı olan Mevlâna ve Yunus Emre’de temel kavram “aşk”tır. Üçüncü kıpı olan İsmail Emre’de ise temel kavram “Yokluk”tur.
Arınma, kişide duyguların “harmonize olması” ve iyilik, sevgi, şefkat gibi duyguların yerleşik hale gelmesidir diyebiliriz. Bu süreç, sezgisel içe doğuşların, kalbî saf bilginin, ilhamların başlamasıdır. Anadolu geleneğinde şiir, müzik ve raks, yüzyıllarca bu ereği gerçekleştirme doğrultusunda kullanılmıştı. Felsefe, bazı akımların ileri sürdüğü gibi yalnızca kavramlardan ve tanımlardan oluşan, yalnızca teorik olan bir yapı değildir. Aksine o içselleştirilmiş bütünsel dizgedir. Pratik felsefe çalışmaları, kişilerin duygusal süreçlerini, iradî gelişimlerini, kalıcı mutluluk yaşantılarını ve yetkinleşmiş ben olarak özgürlüklerini yaşamalarını da kapsar. Kısaca hem kavramayı ve hem de yaşamayı kapsar.
Dizi kelimesinin, dizge kelimesinden farkı, “zorunluluk” ve “karşılıklı ilişki içinde varolma” durumsallığı içermemesidir. Bir dizi içindeki her kelime, birbirlerinden ayrı olarak bir anlama sahiptirler. Dizi kuruluşunun mantığı, soyut mantıktır. Her terim diğerinden ayrı ve farklıdır. Oysa bir dizge içinde her terim, ancak diğer terimlerle karşılıklı ilişki içinde varolabilir. Dizge kuruluşunun mantığı ise, diyalektik mantıktır. Söyleminde ya da yazısında “kelimeleri kullanış biçimi”, konuşmacının ya da yazarın düşünme biçimini de işaret eder. Dizgenin bütününün parçaların toplamından ayrı bir anlamı vardır. Dizge, öğelerinin toplamı artı birdir. Buna “ilişkiler bütünü” veya “bütünsel-anlam” da denir. Her parçanın anlamı, dizgenin bütünsel anlamı içindeki konumu ile belirlenir ki, bu aynı zamanda diğer parçalar ile arasındaki ilişkiler bütünüdür de. Kişi, ilişkilerinde açığa çıkan ne ise odur.
“Süreç” kelimesini ise şöyle açabiliriz: üçlü akıl yürütmenin birinci kıpısı başlangıç terimi, ikinci kıpısı bu terimin gelişim, gerçekleşme, ya da oluşum süreci, üçüncü kıpısı ise oluşumun tamamlandığı sonuç kıpısıdır. Örneğin bir felsefî model kurarken, birinci kıpıyı (moment) nur, ikinci kıpıyı doğa ve üçüncü kıpıyı kâmil-insan olarak belirlersek, bu model nurun kâmil insan olma sürecidir” diyebiliriz. Modelimizin terimlerini biraz daha felsefîleştirirsek, birinci kıpısı saf-varlık(reine Sein) olan, ikinci kıpısı doğa olan ve üçüncü kıpısı (Geist) tin olan bir model kurabiliriz. Bu model için de, “saf varlığın tin olma süreci” diyebiliriz. Bu modelleri birleştirirsek, özgür tin, ya da yetkin tin, ya da kâmil insan, nurun ya da saf varlığın ereğidir ve bu modeller bu ereğin kendini gerçekleştirme sürecidir diyebiliriz.
Dil kelimesine gelince; İsmail Emre’nin “Kuran Arapça değil Rabça’dır” sözü, dil sorununun konumuz ile bağıntısını çok açık bir şekilde vurgulamaktadır. Yani Türkiye’de doğmuş olmak, alfabeyi öğrenmiş olmak, gündelik dilde Türkçe’yi konuşuyor, yazıyor ve okuyor olmak, ele aldığımız ve Türkçe yazılmış her metni bir okuyuşta anlayacağımız anlamına gelmez. Üstelik Türk dili profesörü olmak bile, karşılaştığımız her Türkçe metni anlayacağımızı belirleyemez. Sorun Türkçe dilinin hem aynı alfabeyi kullanan aynı bir dil olması, hem de her farklı bağlamda farklı anlama sahip olmasıdır. Aynı kelime farklı bağlamlarda farklı anlamlar kazanabilir. İşte bu olgu, kültür metinlerinin bir başka dile çevrilmesinde de büyük sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Schleinermacher (1768-1834), çeviri yöntemi üzerine yazdığı bir incelemesinde özetle şu noktaları vurguluyordu: “Metnin yazıldığı dilin tini, metnin yazarının tini, metnin çevrildiği dilin tini, metni çevirenin tini”. Bir anlamda Türk dilinin tini, Türkçe ile yazılmış bütün yazıların bir bileşkesi olmakta. Çeviri ile oluşturulmuş üç kelime ile dil ve düşünme bağlantısı için bir örnek verelim: “Öz Türkçe Sözlük”ten aldığım üç kelime şunlar: arılama, benzetme ve birleştirme. Bu kelimeleri yanyana sıralayıp bir dizi oluşturduğumuzda ne anlıyoruz?
Şimdi bu kelimelerin bir başka dildeki orjinallerini ele alalım: tenzih, teşbih ve tevhid. Bir başka dilde bu kelimeleri bir mantıksal dizge içinde kullanmış bir yazarın, yani Muhyiddin Arabî’nin bu kelimelerle ne ifade etmek istediğine bakalım:
Arılama kelimesiyle karşıladığımız “tenzih”, tümellik ya da arı varlık, saf varlık alanını işaret etmekte. Bir başka deyişle, tenzih, ilineklerden ve tikel sözlerden, ya da sıfatlardan ve sıfatların zatlarından arındırılmış, zat olarak zat, ya da töz (Substance) olarak töz alanıdır.
Benzetme ile karşıladığımız “teşbih” ise, ilineklerin ve tikel tözlerin, ya da sıfatların ve sıfatların zatlarının alanıdır.
Birleştirme ile karşıladığımız “tevhid”, tenzih ve teşbihin ayrım içindeki birliğini göstermektedir. Tevhid mantığıyla kurulmuş bir önerme örneği olarak: “Allah zıdların cemmidir” önermesini verebiliriz. Her yargı cümlesi kendi akılsallığını, kendi mantıksallığını içinde taşır. Bir mantıksal dizge olarak “tenzih, teşbih, tevhid”, “olumsuzlama mantığı”, “olumlama mantığı” ve “olumsuzlama ile olumlamanın birliği mantığı”nı işaret etmekte. Her kavram, olumsuzlama ile olumlamanın birliğinden oluşur. “Doğa kavramı”, “hem doğanın yokluğu olarak Saf-Varlık”tır, hem de doğanın varoluşu olarak doğadır. Bu, onun diyalektik yapısını gösterir. Aynı anda, aynı bir varolanda, iki karşıt niteliğin birlikte varolmasıdır.
Mantık, düşünmenin yasalarının bilimi ise, mantık eğitimi, felsefî düşünmeyi başarabilmek için bir zorunlu koşul olmakta. Muhyiddin Arabî’deki tenzih ve teşbihin ayrım içindeki birliği olarak “tevhid mantığı”na, Batı felsefesinden bir örnek vermek istersek, bu örneği Hegel’de bulabiliriz: Soyut mantık ya da olumlama mantığı ile, diyalektik mantık ya da olumsuzlama mantığının, birliği olarak “spekülatif mantık”. Buna örnek olarak, spekülatif mantıkla kurulmuş şu önermeyi verebiliriz: “Saltık (Absolute), özne (Subjekt) ile nesnenin (Objekt) ayrım içindeki birliğidir (Einheit)”. Bu mantığa göre ne özne nesneden ayrı olarak varolabilir, ne de nesne özneden ayrı ya da bağımsız olarak varolabilir. Özne ve nesne aynı bir olgunun, aynı bir sürecin iki yanlarıdırlar.
Başlığımız Aydınlanma Öğretimi değil fakat Aydınlanma Eğitimi olduğu için, burada kişinin “kendi yaşamının dışında tuttuğu bir başka şey olarak bilgi” değil, fakat “kendi yaşamını değiştirip dönüştürürken kavradığı, kendi yaşamına ait bir bilgi” söz konusudur. Diğer bir deyişle, yaşayarak anlarken, kişinin somatik yapısı da, yani bedeni, duyularının işleyişi, duyguları, düşünceleri ile ilgili protein çökmeleri de, lâtif bedenindeki enerji merkezleri de, bu yeni bilgiye göre değişmekte ve dönüşmektedir. Bu bütünsel bir süreç olduğundan “Ben aynı kalayım ama sen yine de bana bilgiyi öğret” gibi bir tavır eğitim sürecini öğretim sürecine dönüştürür ve onu sınırlar.
Yaşamın anlamsızlaşması olgusu, kişinin bedensel, duyusal, duygusal, düşünsel ve tinsel tatminsizliği ile ilgilidir. Bu durumsallıkta bir ayrılık, bir gariplik hüznü hakimdir. Kişinin doğum sırasında annesinin karnından çıkmasıyla başlayan bu olgu, ileriki yıllarda, gündelik hayatın stresi, rekabetçiliği ve acımasızlığı içinde, kişinin kendisine ve toplumuna yabancılaşmasını etkilemektedir. Öğretim sürecinde, öğretmenin öğrencisinin yaşamıyla, psikolojik sorunlarıyla vb. ilgilenmesi gerekmez. Eğitim sürecinde ise, eğitmenin başlıca görevi, öğrencisinin “anlamlı, dengeli ve tatmin olmuş bir psikosomatik yapı”ya kavuşmasına yardımcı olmaktır. Travmaların, komplekslerin ve engramların tutsağı durumundaki bir kişinin hakikî sorusu, hakikat ya da aydınlanma gibi kelimeler değil, fakat bizzat içinde yaşadığı durumsallık ya da hâldir.
Travma terimi genel tıp terminolojisinde “bir nesne ya da herhangi bir şeyin etkisiyle bir kişinin bedeninde yapısal hasar oluşması durumu” olarak tanımlanmakta. Psikiyatri ve psikanalizde ise, “öznenin özümseyemediği herhangi bir beklenmedik deneyim” olarak tanımlanmakta. Bu tanımlardan yola çıkarak yine psikanalizde, “savunmaların kullanılmasıyla başedilen herhangi bir deneyimi” işaret etmekte. Bu anlamda travma, kişide anksiyete yaratmakta ve bu durumu, ya kişinin kendiliğinden iyileşmesi, ya da psikonevroz izlemekte. Daha genel anlamıyla ise travma, kalıcı etkileri olup olmadığına bakılmaksazın, herhangi bir sıkıntı verici ya da hayal kırıklığına uğratıcı deneyimi göstermekte. Bu olguya verilebilecek bir örnek, bebeklik travmasıdır.
“Kompleks” ya da öztürkçesiyle karmaşa ise, psikanalizde, kişinin davranışları üzerinde dinamik etkisi olan, birbirleriyle ilişkili, bir grup duygu ve düşüncenin, bilinç ve bilinçdışı alanlarındaki konumudur.
“Engram” psikolojide, uyarıların sinir sisteminde bıraktığı kabul edilen iz ve beyindeki bellek bölümü anlamlarına gelmekte. Bu yazıda vurgulanan ise, kişilerin bilinçsiz anlarında içlerinde yapılan kayıtlardır. Ameliyathanede narkoz altındaki kişinin kayıtları gibi. Kişinin bilinçsiz olduğu anlardaki kayıtlar yanında, lohusalık ve bebeklik sırasında, yani savunma mekanizmasının zayıfladığı ve kişinin çevresindeki uyaranlara çok açık olduğu anlardaki kayıtlar da engram oluşmasına yol açmakta. Bu engramlar, kişide “bir başka kişilik” gibi davranabilmekte ve yönelimler, meyiller ve tepkiler oluşturmakta.
“Durumsallık”, kişinin içinde yaşadığı koşullar bütünüdür. Öztürkçesiyle durum olarak karşılanan hâl kelimesi ise, sufî terminolojisinde kişinin kalbine doğan sevinç, heyecan ve ferahlık gibi duyguları, yaşantıları işaret etmekte. Bir hâl, kişide süreklilik kazandığında, makam olmakta. Geniş anlamda, kişinin psikosomatik yapısını işaret etmekte. Hâl kavramı sohbet geleneği bağlamında kullanıldığında, konuşan kişinin, konuştuğu konunun atmosferini kurabilmesini işaret eder. Örneğin sevgiden söz ettiğinde, sevgi atmosferini kurabilmesi gibi.
Şimdi aydınlanma eğitimi üzerine hazırladığımız bu yazıyı, on terimli bir proje olarak değerlendirelim. Projemizin birinci terimi, projemizin temelidir ve o da kişinin içinde “yaşadığı yaşamın anlamsızlığı ve yabancılaşma” durumu, ya da hâlidir.
“Temel” terimi, genel anlamıyla, bir şeyin üzerinde temellendiği, kurulduğu şeyi işaret etmekte. Örneğin, bir evin temeli, ya da bir kurum temeli gibi. “Temel-dayanak” anlamında temellendirme terimi ise, “bir şeye varoluşunu ya da varlık nedenini veren şeyi” işaret etmekte. İşte aydınlanma üzerine yazılan bu yazının varoluş nedeni de, aydınlanmanın karşıtı olan cehaletin, anlamsızlığın ve yabancılaşmanın varolmasıdır. Eğer bu sorunlar olmasaydı, aydınlanma olmazdı. Karanlık olmasaydı, aydınlık da olmazdı.
Projemizin ikinci terimi, onun “yön”üdür. Burada yön ile ne kastedilmektedir? İnsandaki düşünme etkinliği, bir bilinç hareketi olarak her zaman “bir şeye yönelmiş” (intentio) durumdadır. Bu da genellikle kişinin içinde bulunduğu hâli ve onun arzularını etkilemektedir. Bütün bu koşullar ve arzu nesneleri, “düşünen bilincin kendisinin dışındaki” şeylerdir, yani “herhangi bir şey”dirler. Bunların etkisiyle kişi “mutsuz bilinç” konumundadır. İşte bu projenin ikinci kıpısında eğitmen, diyalog sırasında, öğrencinin dikkatini, kendi dışındaki şeylerden, kendine yöneltmesine çaba gösterir. Bu konumda öğrencinin bilincinin yöneldiği konu bizzat kendisidir. Bu eğitim süreci içinde, kendi olma sürecine giren öğrenci, düşünen kendisini, kendi dışındaki her şeyden, onları olumsuzlama eylemiyle ve unutma yaşantısıyla kurtararak, “içindeki büyük gücü” yaşamaya başlar. “Kendi dışındaki her şeyin yokluğu” olarak da tanımlanan bu güç yaşantısı, kişinin yalnızlık duygusundan ve gurbette kalmışlık hüznünden kurtulmasını sağlar. Bu süreç, kişinin nesnelik durumundan özgürleşerek, öznelik durumsallığını kurabilmesi olarak da ifade edilebilir. İşte bu “kendine yönelmiş bilinç durumsallığı”, aynı zamanda “tümellik alanı”dır da. Bu süreç, tikellik yaşantısından tümellik yaşantısına bir geçiştir. Felsefî anlamda “Us”un ve “Felsefî Düşünme”nin de kapısıdır.
Diyalog eyleminin temel özellikleri, Gadamer’e göre diyalog kurmak isteyen kişilerin “kendi kişisel görüşlerinin dışındaki görüşlere açık olmaları”, “gerektiğinde alıştıkları davranış ve düşünüş biçimlerini eleştirecek yürekliliği gösterebilmeleri” ve “diyalog sonunda kendilerini değiştirebilecek kadar da özgür olabilmeleri”dir. İnsan-insan ilişkisindeki diyalog durumu, insan-metin ilişkisine de uygulanmakta ve “yorumbilimsel durum bilincine varan okurun, okuduğu metin ile arasında kurulan diyalogdan” sözedilmektedir.
Şara Sayın’a göre, yazar-yapıt-okur üçlüsünde okur, sadece edilgin ya da sadece tepkiyle yetinen bir nitelik taşımaz. Okurun kendisi de yeni anlamlar üretir ve yapıtın yaşamına katkıda bulunur. Yazınsal yapıtın bir yönden tarihselliği, diğer yönden iletişime açıklığı, yapıt ile okur arasında diyalog niteliğinde bir ilişkinin sürdürülmesine yol açar. Süreç niteliğinde yani “zaman içinde bir sonuca doğru ilerleyen” bu ilişki sırasında oluşan anlam, diyalog-durumlarından kaynaklanır. Diyalog durumu ise yapısı gereği, anlaşılmak istenen konuya açık olmayı gerektirir.
Diyalog kelimesinin Anadolu kültür geleneğindeki karşılığı Sohbet’tir. Bel evlâdı olmaktan daha üstün tutulan “nefes evlâdı olma olgusu”, bu sohbet ortamında kurulan tümellik atmosferi içinde, kişinin kendisini tümel olarak kavraması ve Hegel deyişiyle “kendini tümelleştirmesi” ile gerçekleşir. Tikellerde ya da sıfatlarda yitirdiği aklını başında toplayan arayıcı, nesnelik durumundan kurtulup, kendisini zat olarak, özne olarak kavramakta ve zatî özgürlüğünü yaşamaktadır. Yaşadığı halin kavramlarını öğrenip bilinçlendiğinde, artık “nefes evlâdı” olmuştur ve başka özneleri de “sohbet ortamı kurarak” özgürleştirebilir. Sohbet ortamı, iki özne arasında anlamlı iletişim kurulabilmesi için zorunlu durumsallıktır.
Dikkat, diyalog ya da sohbet durumsallığı içinde en önemli terimdir. Kişinin dokunma duyusunu, görme duyusunu, dinleme duyusunu, konuşma duyusunu, hissetme duyusunu ve düşünmesini diyalog ortamında ve diyalog konusu üzerinde toplayabilmesini, yoğunlaştırabilmesini işaret eder.
Olumsuzlama eylemi ile neyin kastedildiğini açmak için ortaçağ felsefesindeki “via negativa” terimini değerlendirmemiz gerekir. Bu terim tüm imgelerin olumsuzlanmasını ve Tanrı’dan başka her şeyin dışlanmasını, böylelikle niteliksel olmayan saltık tözde yok olmayı işaret etmektedir. İslâm kültür geleneğindeki kavramsal karşılığı “Lâ ilâhe”dir. İsmail Emre’nin yazılarında bu terim ile ilgili şu önermelere rastlıyoruz: “Allah’ın öz adı Lâ ilâhe’dir”. “Allah yokluk”tur. “Yokluğun varlığı bir Kâmil İnsan”dır.
Olumsuzlama eylemi bir “tam soyutlama eylemi”dir. Muhyiddin Arabî, us’un, tam soyutlama etkinliğini uygulayarak zat’a doğru gidebileceğini belirtir. Tao ile ilgili yazılarda da, “Sen kendi içinde yokluğu yaşadığın zaman, hem kendi hakikatini, hem de evrenin hakikatini çözersin” önermesi, bu alanı vurgulamaktadır. Bu olumsuzlama eylemi, Muhyiddin Arabî’deki “tenzih”e benzer.
Ortaçağ felsefesinde “via negativa”nın karşıtı, “via pozitiva”dır. Olumlama Yolu olarak çevirebileceğimiz bu terim, tam ve yetkin bir Saltık İmgesinde, imgeler bütününün olumlanması yoludur. Bu olumlama eylemi Muhyiddin Arabî’deki “teşbih”e ve aynı zamanda “illallah” terimine benzer.
İslâm Felsefesinde “Lâ ilahe illallah” önermesi, tenzih ve teşbihin birlikte vurgulandığı “tevhid önermesi”dir ve bir mantıksallık içerir. Bu konuda Muhyiddin Arabî üzerine araştırmalar yapan Roger Arnaldez, ondan şu çeviriyi aktarmaktadır: “Bu alemin bütün varlıkları arasında, varlıkların tamamını yansıtan bir ayna gibi, evrende bulunan, suretsiz varlığın sureti olarak, açıklanamayan varlığın ifadesi olarak, saklı olanın tezahürü olarak, kendi kendini bilme konusunda insan, bizzat kendisinde hiçbir şey olmadığını bilmeye ulaşmak ihtiyacına sahip bir varlıktır. Tenzih (voie negative) yolu ile insan aklı, mutlak bir aşkınlığın varlığını formüle edebilir. Kavranılamayan, anlatılamayan, mutlak aşkın olan bir Zat (Essence) vardır ve Saf Varlık ancak O’na aittir.”
“Unutma Yaşantısı” dediğimizde, tikellere bağımlı bilincin, “Sohbetin tümellik durumsallığı” içinde bir süre için ilgilendiği ve bağlı olduğu bütün tikelleri, bütün sıfatları unutarak, kendine, kendi bilincinde doğuştan var olan tümelliğe dönmesi, kendini Varlık olarak yaşamasını ifade etmiş oluyoruz. Hegel felsefesinde bu durum “anlıktan usa geçiş” olarak sorunsallaştırılmıştır ve “saf bilinç varlıktır” önermesiyle ifade edilmiştir. Bütün tikellerden arındığında, ya da bütün tikelleri unuttuğunda, bilinç saflaşmakta ve kendi kendini deneyimleyip, yaşamaktadır. Sıradan bilincin düşünmesinden farklı olan felsefî düşünme ancak bu yaşantıdan sonra olanaklı olmaktadır. Tikel içinde ve tikel dolayımıyla kendini tümel olarak kavrayan tümel, tekilleşmektedir. Burada tümel, tikel, tekil kategorileri bir dizge olarak ele alınabilir. Şöyle de diyebiliriz: “Tümel Varlık, tikel doğa dolayımında bir insanda bütünsel bilgi ile bilinçlenerek tekilleşir”. Tin, varlık ile doğanın insanda bütünsel bilinçli birliğidir.
Projemizin üçüncü terimi, “öğeler”dir. Arınma, aydınlanma ve sevgiyi kısaca yeniden ele alalım. Arınma; kişinin bedeninde, psişik yapısında, duyularında, duygularında ve düşünmesindeki yüklerden, olumsuz kayıtlardan kurtulmasıdır. Bir başka deyişle kişinin gözündeki perdeden, kulağıdaki ve kalbindeki mühürlerden kurtulmasıdır. Bu yükler ve mühürler nasıl oluşmaktadır? Kişinin yediği içtiği, duyduğu, gördüğü, konuştuğu her şey; davranışlar, duygular ve düşünceler, onun somasında ve psikomatik yapısında toksinler gibi birikip, onu etkilemektedir. Kişinin kendine yönelebilmesi için bu yüklerden kurtulması ve bu yüklerden kurtulabilmesi için de kendine, tümellik alanına, saf varlık alanına yönelmesi gerekmektedir.
Aydınlanma; cehaletten, zalimlikten, hoşgörüsüzlükten, nefretten, kötülükten, savaş yanlılığından kurtulmuşluk durumudur. Hem kavramsal bir bilinçlenme ve hem de tümellik alanının ışığıyla dolmuş olma durumudur. İyilik, sevgi, sevinç, saygı ve doğruluk yaşantısıdır.
Sevgi; tümellik alanı ile ilgili olarak, saf sevgi ya da tümel sevgidir. İçindeki tümelliğe ulaşmış kişinin, bu tümel alanın, bütün evrenin içindeki tümellik olduğunun bilincine varmasıyla, ulaştığı, bütün evreni kuşatan bir bütünsel sevgi yaşantısıdır. Cehalet, zalimlik ve hoşgörüsüzlüğü biraz açmaya çalışalım. İsmail Emre’de, “Cahil zalimdir” diye bir önerme vardır. Bu yargıdan hareketle daha adil bir dünya kurma isteğinin, daha adaletli bir yönetim oluşturma isteğinin, gerçekleşebilme olanağı, ancak cehaletin karşıtı olan “Aydınlanma”nın insanlar arasında yaygınlaşması ve bu yönde kararlı ve örgütlü bir çabanın gösterilmesi ile olabilir. Aydınlanma eğitimi yaygınlaştırılmalıdır. Hegel’in deyişi ile “kişiler, mutsuz bilinç olan kaba bilinç konumundaki düşünme alışkanlıklarından kurtularak, mutlu bilinç olan felsefî düşünme durumuna geçmeyi, bu değişimi gerçekleştirmeyi başarmalıdırlar. Buradaki “felsefî düşünme durumu”, kişinin duyumlarında ve duygularındaki gelişmeleri de içeren, yani pratik felsefeyi de içeren bir süreçtir.
Projemizin dördüncü terimi, “öğeler arası ilişki”dir. Arınma, aydınlanma ve sevgi, mekanik bir sıralama ile ilişkilendirilmemiştir. Bu terimler, birbirleriyle organik bir ilişki içinde değişir ve gelişirler. Bu ilişkilerin ve değişimlerin ereği ise, kişinin kendisini gerçekleştirmesidir (Self Realization). Bütün öğeler, bu ereği gerçekleştirmek için bir süreç içinde karşılıklı ilişkilerle çalışırlar.
Anadolu kültür geleneğindeki bütün özellikleriyle Sohbet durumsallığının kurulduğu bir ortamda zaten bu Sevgi vardır. Şimdi ve burada hazırdır ve paylaşılmayı beklemektedir. Dolayısıyla Aydınlanma Sohbeti ya da Sohbet aydınlanmasında, bir pratik felsefe deneyimi ortamı hazırlanmaktadır. Kişileri arındıran “nur alanına ait durumsallık”, “hak söz” ve “şehvetsiz menfaatsiz sevgi” hepsi birarada varolmadan, Sohbet durumsallığı gerçekleşemez.
Böyle bir aydınlanma sohbetine katılan kişi, daha ilk sohbette bu üç öğeyi de yaşar. Bir anlamda sürecin tamamını yaşar ve sohbetten sonra o ortamdan ayrılıp, kendi ortamına ve kendi yaşamına döndüğünde, bilinçli ya da bilinçsiz yaşadığı bu Sohbetle ilgili algı kayıtları, kişinin içinde bir “aydınlanma tohumu” gibi yerleşir. İşte kişinin “aydınlanma süreci”, bu tohumun içine ekilmesinden sonra başlar. İşte bu tohumun aydınlanma ağacını oluşturup, bu ağacın meyvesini olgunlaştırması, artık tıpkı toprağa ekilmiş bir tohumun gelişip ağaç olup olmamasına benzer. Edimsellik alanında kendini gerçekleştirmeye çalışan işte bu tohumun kendisidir. Bir Anadolu deyişiyle “Hizmet, hizmet eder”.
Projemizin beşinci terimi, “yöntem” (Method) dir. Ereğini gerçekleştirmek için projenin kullandığı mantık ve edimsellik alanında izlediği yol onun yöntemidir. Bu da soyut, diyalektik ve spekülatif mantıklardan oluşan bir bütünsel yöntemdir. Bir başka deyişle olumsuzlama ve olumlamanın birliği olarak da ifade edilebilir. Aydınlanmanın varolmayışı durumu olarak cehalet, hem bir varolan cehalet durumsallığıdır, ve hem de aydınlanma süreci içinde karşıtına yani aydınlanmaya dönüşebilme olanağını da içinde taşımaktadır. Öyleyse aydınlanma sürecinin bütünü, yalnız aydınlanmayı değil, cehaleti de kapsar, o karşıtların birliğidir. Benzer bir şekilde aynı süreç içinde kötülük durumsallığı, karşıtı olan iyilik durumsallığına dönüşür. Bu yönteme göre, her kavram ya da nesne, ancak karşıtıyla ilişkide varolabilir. Böylece bu projenin temelindeki anlamsızlık ve yabancılaşma, sonunda aydınlanma ve özgürleşime dönüşür.
Projemizin altıncı terimi, “dizge”dir. Dizgemizin üç öğesi ancak bu dizge, yani özgürleşim dizgesi bağlamında doğru anlamlandırılabilir. Tek başlarına ele alındıklarında ise bu anlamı kaybederler.
Projemizin yedinci terimi, “dizgemizin içinde yer aldığı bağlam”dır. En geniş anlamıyla “insanın özgürleşim (Emancipation) süreci olarak bütün bir insanlık tarihi” olan bu bağlam, yazımızda sınırlandırılmış ve anlamlandırma, özneleşme ve özgürleşmeden oluşan bir üçgen olarak belirlenmiştir.
Anlamlandırma etkinliği, özellikle tümellik alanı ve bütünsel dizgelerle ilgili metinleri anlamlandırma sürecidir. Seçilmiş metnin kavramlarını öğrenmeyi, bu dil ile düşünebilmeyi, konuşabilmeyi, yazabilmeyi içerir. “Cahil ben”den, “anlamlandıran ben”e geçiş sürecidir bu. Eğitmenin sohbet sırasında kurduğu tümel durumsallık, bu alanla ilgili metinlerin anlamlandırılmasında bir zorunlu ontolojik koşuldur. Bu olmadan, yani değerlendirilen sözün ya da yazının hâli ortamda olmadan, belki bir yorum yapılacaktır. Fakat sonuç doğru bir anlamlandırma etkinliği olmayacaktır. Özneleşme, “anlamlandıran ben”in, “nesnelere bağımlı bilinç durumu”ndan özgürleşip, “tümel kavramlarla düşünebilen ben durumu”na geçmesiyle, kendi öznelliğini kurmakta olduğunun bilincine varmasıdır. Kendinin bilinci ya da özbilinç durumsallığı, özneleşmenin ve “felsefî-ben”in kapısıdır da.
Özgürleşme, başlangıç sorusunu ya da projenin temelini oluşturan koşullardan, “tümellik alanını kendi içinde kurarak” kurtulan kişinin yaşadığı saf sevinç ve saf huzur yaşantısıdır. Arzulardan ve düşüncelerden kurtulmuş bilincin, saf sevgi ile hizmete yönelmesi ancak bu özgürleşimin gerçekleşmesiyle olanaklıdır.
Projemizin sekizinci terimi, “işlev”dir. Projenin işlevi, teorik ve pratik yanlı bir süreç içinde, temel alınan sorunlara uygulandığında ortaya çıkacaktır. Aydınlanma eğitimi projesinin işlevi, aydınlanma eğitimi kavramının tanımı olacaktır. Tepkiler, tartışmalar ve eleştiriler de bu işleve katılacaktır.
Projemizin dokuzuncu terimi, “projenin işlevi ile ereği arasında uygunluk”tur. Başlangıçta amaçlanan ereğin gerçekleşip gerçekleşmediği, ancak, projenin uygulanmasıyla ortaya çıkacak işlevin, bu erekle karşılaştırılmasi ile elde edilebilecektir.
Projemizin onuncu terimi, “sonuçlandırma”dır. Kültür çalışmalarının dinamik bir süreç olduğu bilinciyle bu proje, işlevleri, oluşturduğu tepkiler ve tartışmalarla birlikte değerlendirilerek, önü açık bir rapor hazırlanacaktır.