Âdem’e ait uluhiyet mertebesine Hazret tahsis edilmesinin sebebi: Var olanları varlıkta bütünlükte [cem] toplayarak, varlığın hakiki (vech) yüzleri ile onları kendi mertebelerinde koruyarak ve bütün (şe’n) oluşların nedenselliğini, sebeplerini ve ne için (imkân) mümkün olduklarını ve (maksadını) gayelerini anlayarak, ve bunun da bilincine erdikten sonra (Âdem) kendi varlığının şuurunu tamamlayıp kemalâtının olgunluğuna erişmesidir.
Âdem kelimesinin birçok anlamı olmakla birlikte bir başka (taayyün) açılımı ise eril ve dişilliğin, celal ve cemalin güzelliğini kendinde toplamasıdır ve bu güzelliğin kendisi de hüsnü-mutlaktır. Hüsnü-mutlak eril ve dişilin kalıcı saf güzelliğidir. Bu güzellik kaybolmaz ve bütün kâinata da bezenmiştir. Buna en yakın halin tecellisi ise bebekte açığa çıkar. Bundan ötürü bebekteki saf güzellik görende cezbe ve hayranlık yaratır. Ve bebek görüntüsüyle ve ismiyle tek bir cinsiyeti barındırmaz, iki cinsiyeti kendisinde toplayarak hem gizler hem de açığa çıkartır.
Bu bağlamda bebek Âdem gibi (Hermafroditir) eril-dişildir. Bebekteki Âdem’in safiyet tecellisi (cennet, cenin) bilincinin örtüklüğünden dolayıdır ve bebek de ayrımlı birlik olan ben bilinci yoktur.
Ayrımlı (Hak) “Ben” bilincinin farkı ise (esma-ı cem) Âdem’in varlığındaki sıfatları (Rab) terbiye ile düzene, bütünlüğe getirip (cem) ve sonra da (fatr) bunları ayrıma getiren aklın kendi (tinselliğine) saf bilincine, yani özüne ulaşmasıdır ve daha sonra da ulûhiyet mertebesinde kendi anlayışının birliğine ermesidir ki asli hüviyetine kavuşsun. Bu nedenle ulûhiyetin kemali büyük kâmil bebek diye ifade olunan Âdem-i Mana diye de söylenen insanı kâmilin şuurunu sembolize eder. Ulûhiyetin kudreti insanın (arşında) beyninde bütün isim ve esmaların özelliklerini (evvel) başlangıçta ve (ahir) sonda hem toplayıp hem de (istiva ) kuşatarak ve (muhkem) koruyarak da bu isimlerin (tafsilini) etraflı bildirmek, açıklamak ve şerh ve beyan etmektir. Ve bu yapılırken de teferruatına inerek (nispet) yani esmalarla yakın bağ kurarak aralarındaki ölçüyü sağlayarak da her şeyi kuşatmaktır.
Ulûhiyetin rububiyeti ise, bu kevni, yani oluş âleminin tüm mertebelerini varlık mertebesinde var ederek ve her birisinin hak ettiği şeyi iradesi ile terbiye ederek verilmesidir ve bu da ulûhiyetin Rab tecellisidir. Bunu daha anlaşılır kılarsak: Her insanın kendi rabbine yani has esmasına, dehasına, asli dominant karakterine ulaşmasıdır. Ve bunun için de bir terbiyeyle arayış lazımdır. Bu arayışın ilkesi ise arayanda hem iç (batın) hem dış (zahir) âlemlerin nedenselliğini kavramaktır. Kavramak ise (şe’n) oluşlarla, yani sürekli (âlemlerde) düşüncelerde gezinip ve onlara zuhurda tanık olarak olgunlaşmaktır.
Başka bir izahatla; bize zorunlu ve verili olan rahman tabiatımızı esmalar yoluyla hem kevniyette oluşta hem de kendi doğamızda, yani bedenimizde toplayarak ve düşünce âlemlerimizle de birlikte şahit kılarak bunları rahimimizle, yani asli şuurumuzla anlayışımıza getirerek fiilimizde tahakkuk ettirmemizdir.
Bundan böyle bu iki âlemin toplamına da ulûhiyet mertebesi veya ümmü-l Kuran denir. Bu Kuran da üç manada okunur: Birincisi kâinat kitabımızdır. Bu, var olan doğayla ve kendi doğamızdaki rahmanımızın tezahürlerinin açılım kitabıdır. Yani nefs kitabımızdır. İkincisi bize âlemlerden (inzal) inen ve (irfanla) anlayışımızla tanık olduğumuz akıl kitabımızdır. Üçüncüsü de kendi kitabımızdır ki, bu da ikisini birliğe getirip (ikra) şüphesiz ve apaçık okunan yeni yazılım kitabımızdır. Ve feth ile kendimizi açıp oluşturarak şuuruna vardığımız kitabımızdır. Yani (ümmü-l Kuran’dır) kitapların anasıdır ve bu son kitapla ulûhiyete erişmek mümkün olur.
Allah vacib-el vücuddur. Yani bütün isimleri toplamakla zorunlu kılıp ve bu isimlerin sabitesinde değişmeyendir. Ulûhiyet kudretinin altındaki isimlerin en yükseği ise, ahadiyet âlemidir. Ahadiyette varlık hakikatlerinin tümü bir hakikattir. Bu durumda ahadiyet kendini gizler. Ulûhiyet ise varlığın zuhur olma yönünden, gerek zatın kendine, gerekse başkalarına göre iki âlemden ibaret olmakla fazileti en yüce olan makamdır. Bundan ötürü ulûhiyetin tecellisi olur. Ahadiyetin ise tecellisi olmaz, çünkü ahadiyet zat olduğu için orada sıfatlardan yansıyan zuhur yoktur. Hiçbir izahatla ve mahlûkta gösterilmez ve orası zatiyle (kaim) bütün olandır. Ve bu zat hakkında da kelâm yolu bile kapalıdır.